25 Eylül 2012 de İzmir de hastahanede tedavi gören, Neşet Ertaşı kaybettik. O ; garip kişiliği, bozkırın tezenesi, bozkırın çığlığı, nitelikleri ile tüm türkü severlerin yüreğinde taht kurmuştu. Bozlak türkü tarzının en tanınmış ve en başarılı yorumcusunu kaybettik. Hayatın tüm zorluklarına, dışlayıcı, aşağılayıcı saldırılarına karşı sabır ve sevgi ile direnmesini çelebi kişiliği ile bütünleştiren bir gönül adamını kaybettik.
Neşet Ertaş ismini ve sesini Almanya da 1975 de duydum ve dinledim. Aşık Veysel, Aşık Mahzuni, Nesimi gibi halk ozanlarını daha çocukluk yıllarımda dinleyici olarak tanımıştım.
1974 de Hamburg da düzenlenen Halk gecesine ben de elimden geldiğince katkı sunmuş ve bu geceye katılan, Mahzuni, Nesimi Çimen, Fezullah Çınar, Kul Ahmet ve İsmail İpek le bire bir tanışmıştım. Ahmet dayım bu gecenin organize edilmesinde aktif olarak görev almıştı.
Ahmet dayımın sesi güzeldir. Özellikle bizim Arguvan türkülerini güzel söyler. Çocukluğundan, gençliğine bu özelliği değişmemiştir. Onun bu özelliği sayesindedir ki, Anadolunun farklı yörelerinde ortaya çıkmış olan ozanları, halk sanatcılarını oldukca erken bir yaşta dinleme ve bazıları ile doğrudan tanışma ve dost olma imkanı bulabildim.
Neşet Ertaş, benim gibi Malatya ve ya daha da doğuda doğup büyüyen gençler için pek bilinmezdi. Dayımın evindeki zengin plak arşivi bana bu imkanı sundu. Daha ilk dinlediğimde ruhumun sarılıp, sarmalandığını hisettim. Türkü söyleme tarzı, sesini kulanışı, ve türkülerinde işlediği konular bana hiçte yabancı gelmemişti. Bizden biriydi, artık Mahzuni gibi onu da sık sık dinler olmuştum. Kendisiyle doğrudan tanışma imkanım olmadı, Ancak onu takip etmeye devam ettim. Bu takip etme serüveni , Neşet'ın doğup büyüdüğü Bozkır'dan Köçekkömlü bir kır çiçeğine gönlümü kaptırmamla daha da bir anlam kazandı. Uzun Yıllardır evli olduğum Hamiyet İbiş, benimle evlendiği yıllarda Halk Türkülerine pek tutkun değildi. Bense neredeyse sadece halk türküleri dinler ve söylerdim. Süreç içinde Hamiyet de halk türkülerini büyük bir zevkle dinler ve söyler oldu.Hatta diyebilirim ki Boynuzun kulağı geçmesi misali beni fazlasıyla solladı bile. Bu ortak paydada birleşmemiz, bir anlamda daha fazla Neşet Ertaş dinlemek demekti. Pek çok kaset ve CD si artık arşivimde hakettikleri yeri almış durumdalar.
Türkiye'de toplumun tüm kesimleri olmasa da, en azından sosyal konumları gereği aynı saflarda duran insanların bile , sevinçte ve tasada aynı duyguları yaşadıklarını, paylaştıklarını söylemek ne yazkıki pek mümkün değildir. Bu durum doğrudan toplumumuzun aydınlanma, örgütlenme ve mücadele de kenetlenme düzeyi ile ilgilidir.
Türkiyeli olmak, dunyalı olmak, ülkemizde genelde suç olarak görüldü ve görülmeye devam ediliyor. Dünyalı olmadığınızda bir Malatyalı nın, Neşet Ertaş dinlemesi, Ege'nin efe türkülerinden haz alması, Ruhi Su dinlerken mest olması, Karadeniz in Laz ezgilerini yüreğinin derinliklerine oturtması pek mümkün olmuyor. Ya da, bir Türkü sever Türk ve ya Türkmen arkadaşın Kürtçe ağıt ve türküleri anlamasa da zevkle dinlemesi,
benimsemesi pek görülen, yaşanan bir durum olmuyor. Birarada yaşıyoruz ancak birbirimizden uzağız.Bu kopukluk, birbirinden soyutlanma, birlikte ortakca yaşama değil de, yan yana parallel yaşama durumu toplum olarak geleceğimiz açısından büyük bir tehlike teşkil etmektedir.
Neşet Ertaş'ın ölümü ardından hiç değilse, birbirimizi anlama, sorunlarımızı paylaşma, ortak paydalarda buluşabilmek için azami gayreti gösterebilsek, belki de bu çabalarımız sonunda oluşabilecek güzel gelişmelerle, Neşet babanın kırık kalbini bir parçada olsa etmiş oluruz.
EN ALTTAKİLER OLARAK ABDAL'LAR
Bugün Batı Avrupa ülkelerinde yabanci olarak yaşayan insanların çok yakından bildikleri, tanıdıkları bir ötekileştirme sorunu yaşanmaktadır. Beyaz yerli halklar için, işsizliğin, kap- kaç olaylarının, kirminal olayların sorumluları genelde yabancılardır. Bu ırkcı, tekçi yaklaşım konjektürel duruma göre hedefi daraltır ya da genişletir. Ama hiçbir zaman ana hedeften şaşmaz. Gün gelir Türkler asıl düşman ilan edilir, gün gelir Afrikalı halklar hedef tahtasına oturtulurlar. Anlayacağınız, genelde tüm yabancılara karşı öfke ve kin kusulur, ama her defasında en altakiler özel olarak saldırı oklarının en şiddetlisine hedef olurlar. Bu, böl ve parçala politikası, yabancılar arasındaki karşılıklı önyargıları, güvensizlikleri daha da körükler ve pekiştirir. Toplum nezninde sosyal ve kültürel durumu nispeten iyi durumda olan yabancılar kendilerince daha aşağı konumdaki dostlarını küçümser ve onlara yönelik ötekileştirme politikalarına destek sunarlar.
Ülkemiz Türkiyede de, egemen olan sınıflar ve bu sınıfların kitlesel desteğinin asıl gövdesini oluşturan Sunni- Türk toplumu kendisi gibi olmayan tüm farklı topluluklara yönelik, ötekileştirme politikalarını yüzyıllardan beri desteklemiş, uygulayıcı ve yönlendiricisi olmuştur.
Neşet Ertaş, Alevi- Bektaşi inanç topluluğuna mensup Abdal'lar halk topluluğuna mensuptur. Aleviler, inanç toplumu olarak, Sunni egemen anlayışın bin bir türlü aşağılama, karalama ve yok etme saldırılarına maruz kaldılar, kalmaya da devam ediyorlar. Yakın geçmişe kadar Alevi olduğunu söyleyen, kendi kimliği ile çevresindeki insanlarla özgürce ilişkiler geliştiren insanların sayısı son derece azdı. Bu durum hiç şüphe yok ki, yüzyıllardır farklı boyutlarda da olsa süregelen inkar ve ötekileştirici politikaların sonucudur. Kısacası Türkiye de Alevi olmak zordu. Bedel ödersiniz, diri diri yakılabilirsiniz. Alevi olmak zordur derken, Alevi abdal olmak daha da zordur diye hemen eklemeliyim. Çünkü Abdal'lar Türkiye toplumunun en alttakiler diye adlandırabileceğimiz halk tabakalarından biri konumundadırlar. Bu durumda Abdal'lar Alevi oldukları ve bir de en alttakiler konumunda bulundukları için daha çok hakir görülüp ezilmişlerdir.
Hatta diyebiliriz ki, Abdal'lar Sadece Türkiye toplumunun geneli için değil, aslında Alevi toplumunun geneli için de, en altakiler olarak algılanmış ve ilişkiler de bu değer yargıları temelinde sürdürülmüştür. Hiç kuşkusuz, Abdal halk topluluğuna karşı Abdal olmayan Alevi kitlelerin, saldırılarından sözedemeyiz. Ne var ki, kendisi de Türkmen olan İç Anadolu Alevilerinin Neşet'ın mensup olduğu Abdal'ları pek de sarıp sarmaladığı, sahiplendiği söylenemez. Abdal'lar çalgıcıdır, köçektir, gönül eğlendirirler, onların işi diğer kesimlerin pek de sıcak bakmadıkları, biraz da burun kıvırdıkları türden işlerdir.
Ezilen ve horlanan kitleler, sosyal statülerine göre birbirlerini farklı kalıplara, farklı konumlara oturtarak, en altakileri hakir görme ve dışlayıcı tavırlarla ötekileştirme aymazlığına ne yazık ki, sık sık kayabilmektedirler. Avrupadaki Türklerin, Zencileri ya da bir başka halkı suçlaması gibi..
İsterseniz, önce Ertasın hayat hikayesini kendi kaleminden dinleyelim.
KENDİ AĞZINDAN HAYAT HİKAYESİ
bin dokuzyüz otuzsekiz cihana
kırtıllar köyünde geldin dediler
babama muharrem, anama döne
dediysen atayı bildin dediler
dizinde sızıydı anamın derdi
tokacı saz yaptı elime verdi
yeni bitirmiştim üç ile dördü
baban gibi sazcı oldun dediler
o zaman babamdan öğrendim sazı
engin gönül ile hakk'a niyazı
o yaşımda yaktı bir ahu gözü
mecnun gibi çölde kaldın dediler
zalım kader devranını dönderdi
tuttu bizi ibikli'ye gönderdi
babam saz çalarken bana zil verdi
oynadım meydanda köçek dediler
anam döne ibikli'de ölünce
tam beş tane öksüz yetim kalınca
beşimiz de perişan olunca
babamgile burdan göçek dediler
yürüdü göçümüz tefleğe doğru
bu hali görenin yanıyor bağrı
üç aylık çoçuğun çekilmez kahrı
bunlara bir ana bulun dediler
yozgat'ın kırıksoku köyü'ne vardık
bize ana yok mu diyerek sorduk
adı arzu dediler bir ana bulduk
işte bu anadır buldun dediler
en küçük kardaşı kayıp eyledik
onun için gizli gizli ağladık
üstelik babamı asker eyledik
yine öksüz yetim kaldın dediler
zalım kader tebdilimi şaşırttı
heybe verdi dalımıza devşirtti
yardım etti yerköy'üne göçürttü
biraz da burada kalın dediler
yerköy'den kırıkkale'ye geldik
babam saz çalarken biz çümbüş aldık
kırşehir'e varınca kemanı çaldık
aferin arkadaş çaldın dediler
yarin aşkı ile arttı hep derdim
babamı bir yere dünür gönderdim
başlık çok istemişler haberin aldım
istemiyor yarin seni dediler
kırşehir'de yedi sene kalınca
düğün düzgün hepsi bize gelince
burada herkese yer daralınca
Ankara'ya gider yolun dediler
ankara'da (sünnetçi) veysel usta'yı buldum
epeyce eğleştim, evinde kaldım
yüz lirayı verip bir yatak aldım
etti isen böyle buldun dediler
bir ev kiraladım münasip yerde
kaldı kavim kardaş hep kırşehir'de
bu aşk hançerini vurdu derinde
çaresini bulmazsan öldün dediler
yarin aşkı ile döndüm şaşkına
arada içerdim yarin aşkına
canan acımaz mı garip dostuna
bunu da içeriye alın dediler
Bilmem fazla söze gerek var mı ?
Neşet Ertaş kendi hayat hikayesini çok özlü bir şekilde şiir olarak anlatmaktadır.
Almanya ya gitmeden önceki dönemin toplu bir tarihçesi, toplu bir özeti şiir diliyle anlatılmıştır.
Neşet Ertaş, 2008 Yılında kendisi ile Agos Gazetesinin yaptığı bir röportaj da oldukca ilginç açıklamalarda bulunmaktadır. Bir abdal olarak toplumda karşılaştığı zorlukları anlatıyor. İnancından dolayı nasıl aşağılandığını, dıştalandığını anlatıyor. İyisi mi, sözü fazla uzatmadan yeniden Ertaş'a kulak verelim.
Söz Neşet Ertaşın..
Abdal olmayan herkes ağamızdı
Kökeninizi, size neden Abdal dendiğini babanızla konuşur muydunuz?
Birbirimize bir şey dememize gerek olmazdı. Her vardığımız yerde Abdallar geldi, Abdallar gitti derlerdi; artık üstlenmiştik bunu. Ülkemizdeki çeşitli milletleri sayarlar, en son Cingan derlerdi. Biz Cinganlardan bir önce gelirdik; Dertli Yoldaş adlı türkümde de söylemiştim: Zengin isen ya bey derler ya paşa / Fukara isen ya Abdal derler ya Cingan, hâşâ. Bize de davul-düğün çalgıcıları, Abdallar derlerdi. O dönem pek bilemezdik ama sonradan okuduğumuza göre Horasan'dan gelirmiş Abdallar.
Çocukluk yaşımı yaşayamadım. Bir gün bir köyde çocuklarla oynadığım sırada birinin Biz topraktan hasıl olmuşuz, siz fışkıdan dediğini duydum. Bunu babasından duymuş ki bize söylüyor. Bunlar fesat yaratan paslı beyinlerin, cahilliğin ifadeleri.
Bu bakış açısı sizi nasıl etkiliyordu?
İnsanlar aşağılanınca incinir. Ben bunu kabul etmiyorum. Bir atasözü haline gelmiş, kızı kendine bırakırsan ya davulcuya varır ya zurnacıya diye. Bu ne demek? Bizi bahane ederek, aşağılayarak, kızlarının gönlüne gem vurarak, kendi istedikleri yere veriyorlar. Gençtik, gittiğimiz köylerde âşık oluyorduk. Ama bir Abdal'ın böyle bir şey yaşamasına imkân verilmezdi. Kendi çevremizdeki üç-beş Abdal ailesi kendi içinden evlenirdi. Diyemiyorduk ki biz âşık olduk, gönlümüz başkasında. Bırakın benim gençlik yıllarımı, bugün bile bize kız vermezler. Oğlum Almanya'da bir okul arkadaşına âşık oldu. Kızın ailesi Bunlar Abdal'dır diye vermedi, kız kendi aklıyla gelinimiz oldu.
İstanbul'dan Kırşehir'e döndüğünüzde üzücü bir olay yaşamışsınız.
Her sabah kalkar çarşıya giderdik, akşam olmadan da evimizin ihtiyacını alır, dönerdik. İstanbul'dayken gördüm, orda herkes birbirine denkti. Ona sebep, ben de Kırşehir'de şapka takmamıştım. Yolun kenarında cami vardı. Yaşlılar caminin kenarında oturuyorlardı. Dönüşte caminin önünden geçerken çocuklar beni taşlamaya başladılar, Bağbaşı mahallesinde şapkasız geziyorum diye. O tarihlerde Abdalların şapkasız dolaşması olacak iş değildi, saygısızlık olarak kabul edilirdi. Bizler saçımızı tarayıp da insan içine başı açık çıkamazdık, kabul edilmezdi, hazmetmezlerdi. Şapka takmak da yetmezdi, kaşımıza kadar indirirdik, gerisini siz anlayın... Düğün-derneklerde de sürekli şapka takardık. Abdal olmayan herkes, büyüğü de küçüğü de bizim ağamızdı. Onlara hürmet göstermek zorundaydık. Beş yaşında bir çocukla bile Ağamın oğlu, ağamın kızı diyerek konuşurduk.
Taşlanma olayından babanıza bahsettiniz mi?
Bahsetmedim, bahsetsem ne olacak? O da bilirdi. Biz onlara muhtaçtık. Onlar düğününe çağıracak ki biz çalıp bahşiş alıcaz. Kimi şikâyet edelim? Öyle bir cesaretimiz yoktu, aç kalırdık. Ondandır ki ayrıldım o topraklardan. Çeşitli türkülerde de isyan ettim buna.
Neşet Ertaş'ın bu anlatıkları, Abdal' lara yönelik ayrımcılığı yeterince açık bir biçimde ortaya koymaktadır. Bu bağlamda üç nokta üzerinde durmak istiyorum.
Birincisi taşlanma olayıdır.Taşlanma olayında dikkatleri bir noktaya çekmek isterim. Olay Cami önünde gerçekleşiyor. Yetişkinlerin gözleri önünde çocuklar Neşet ustayı Şapka takmadığı için taş yağmuruna tutuyorlar. Bu sahene Alevi toplumu için hiçte yabancı bir durum değildir. İdama götürülen Pir Sultan Abdal da taşlanmıştı. Sivas da insanlar diri diri yakılmadan önce taşlanmıştı. Maraş ın Elbistan ilçesinde Aşık Mahzuni konser verirken taşlandı. Hatay ın Kırkhan ilçesinde yine Mahzuni ve diğer ozanlar taşlı saldırıya uğradılar. İzmir de Nesimi çimen Ömer Hayamın o meşhur deyişini söylediği için olaylar çıkmıştı. Günümüzde Fazıl Say İzmir de Nesimi nin seslendirdiği deyişi sitesinde yazdığı için mahkemede yargılanıyor vs.
Dikkat edilirse tüm bu olaylarda olayın kahramanları halktır. Bir başka deyimle, köklü önyargılar ve cahaletin körleştirdiği halktan insanlar adeta birer canavar kesilebilmekte, ve kendileri gibi düşünmeyenlere azgınca saldırabilmektedirler. Bu da bize toplumsal sorunların ysalardan çok köklü eğitim ve dönüştürücü devrimci eylemlerle ancak çözümlenebileceğini göstermektedir.
İkincisi, kökleşmiş gerici değer yargılarının silahlardan bile tehlikeli ve güçlü etkilere sahip olduğunu anlamamız bakımından Neşet ustanın işaret ettiği kızı kendine bırakırsan ya davulcuya varır ya zurnacıya öz deyişinde dile getirilen anlayıştır. Ertaş'ın bu öz deyimin doğrudan kendilerine, yani Abdal'lara yönelik olarak dile getirildiği yönündeki eleştiri ve değerlendirmeleri elbette doğrudur. Ancak eksiktir. Aslında bu öz deyiş Sunni Osmanlı imaratorluğunun İslamda çalgı çalmak, şarap içmek, Resim yapmak, kadınlı-Erkekli topluca eğlenmek, Kahve ve Tütün gibi uyarıcı maddeleri tüketmek, kulanmak yasaktır biçiminde kendini ortaya koyan mantığından ve uygulamalarından beslenmektedir. Kadını eksik etek ve kendi aklıyla bir iş yapamaz bir varlık olarak gören Ortadoks İslam ve ya Siyasal islamın bilinen görüşüdür. Ve bu tutum sadece Abdal'lara karşı değil tüm Alevilere karşı savunulmaktadır.
Üçüncüsü; Biz topraktan hasıl olmuşuz, siz dışkıdan deyiminin ne denli aşağılık ve düşmanca bir anlayışa dayandığına dikkat çekmek istiyorum. Allahın ayrımcı olmadığını, tüm canlı ve cansız varlıkları yoktan varettiğini savunanların böylesine çirkin bir saldırıda bulunmaları aslında onların ne kadar kirli, paslı köhnemiş önyargılara sahip olduklarını göstermektedir. Bu tür nefret suçu işleyenlerin, kardeşlikten, barıştan, insanlıktan dem vurmaları sadece utanç verici olmamakta, aynı zamanda tiksindirici de olmaktadır.
Sözü yeniden Neşet Ertaş' a bırakalım.
Sizin kadına bakışınız farklı. Kadınlar insandır, biz insanoğlu diyorsunuz. Geldiğiniz kültürde de böyle midir, yoksa bu sizin şahsi görüşünüz mü?
Kendi görüşüm bu. Bektaşi'yim ben, deyişler çocuğuyum. İnsanlara doğruyu onların anlayacağı şekilde söylemek gerekiyor. Şu kısa ömürde insanlar dünyaya geliyor, nereye geldiğini bilmeden gidiyor çoğu: Vücut ölür ama ruhlar ölmez / bunca mahlûkat var, hiçbiri gülmez / Cehennem azabı zordur çekilmez / Azap çeken hayvanları görmeli. Kendi doğrularımı söylüyorum
Anadolu Aleviliği İslamın bütün yorumlarından farklı olarak kadına özel bir önem verir.Kadınlar insandır, biz insanoğlu diye Neşet ustanın dile getirdiği de bu gerçekliktir.
BEKTAŞİ'YİM BEN, DEYİŞLER ÇOCUĞUYUM
Neşet Ertaş öldüğünde hakkında çok şeyler yazılıp çizildi. Hatta devlet erkanı bile seferber olarak başsağlığı dileklerini yayınladılar. Cenazesine koştular, ne büyük bir değer kaybetiğimizi bizlere hatılattılar. Ama ısrarla bir gerçeği, onun kültürel, felsefi köklerinin, yaşam tazının Alevi inancına dayandığını inkar ettiler, görmezden geldiler. Cenaze namazında İmam'ın marifeti ile onu mümün bir müslüman olarak, defnettiler.
Neşet Ertaş yaşamı boyunca gerek Alevi kimliğini gerekse siyasi tercihlerini yüksek sesle dillendiren açıkca bu konularda taraf olduğunu haykıran biri değildi. Siyasi olarak köklü bir birikime de sahip değildi. Ne varki hiç bir zaman kendi inanç kimliğini, neslini inkar eden biri de olmadı. Tüm bunlar onu kimliksiz biri olarak adlandırmaya ve cami de cenaze namazıyla defnetmeye haklılık kazandıramaz.
Neşet Ertaş inanç bazında ve yaptığı müzik hakkında nerelerde beslendiğini, nerelerde ilham aldığını açık bir dille ortaya koymaktadır.
O Halde tekrar ona kulak verelim.
Abdal müziğinin önemli bir kaynağı olan babanız Muharrem Ertaş'tan başlayalım isterseniz.
Abdallarda 5-6 yaşına gelen erkek çocukları düğünlere götürmeye başlarlar. Önce boş durmaması için bir zil verirler eline. Köçeklik yapılırdı bizim memlekette. Erkek çocukları böyle başlardı, biraz büyüyünce kaşıklarla oynarlardı. Bu süre içinde bizim cemlerde, cemiyetlerde nasıl oturulur kalkılır, gözlemlerlerdi. Yaş 11-12 yi geçtikten sonra da kabiliyeti gereği saz, keman, davul, birini alır, devam ederdi. Hiçbirine yeteneği yoksa köçekliğe devam ederdi. Babam da ustasından dinlediği türküleri, bozlakları havalandırarak başlamış. Kendisi cemlere zakir olarak katılırdı. Dedenin yanında Pir Sultan Abdal'dan, Hatayî'den deyişler çalıp söylerdi. Babamın bu yönü cemlerimizde kalırdı. Cem dışında semah çalıp söylemezdi. Düğünlere gidilince, dışarıya göre hareket edilirdi. Karacaoğlan, Âşık Kerem gibi Abdal kanalından gelen ozanların türkülerini havalandırırdı. Abdal geleneği çok eskilere dayanan bir kanaldır.
Ankara'daki yıllarınızda dinlediğiniz Müzisyenler var mıydı?
Bayram Aracı'dan çok esinlendik. Mahzuniyi dinlerdim, o da beni dinlerdi. Orhan Gencebayı da dinlerdim, sözleri sağlam olduğu için. Davut Sulari'nin sazını da sesini de severdim; kendine has bir tavrı vardı. Veysel'imize saygımız var, şair derim ben ona.
Askerlikten sonra Anadolu'da birçok turneye çıktınız.
Anadolu'da nahiye ve kazalar dahil, hep gezdim. Yorulmak nedir bilmiyordum. Ben kendi özgür düşüncemle, kendi türkülerimi söylemeyi seçtim. Deyiş söyleyebilirdim ama deyişler arifçedir, önemli olan cahili eğitmektir. Bütün kötülükler cahillikten kaynaklanıyor: Suçun sorumlusu ruhtur, vücudun günahı yoktur.
Doğru. Benim ayağım yalın, karnım açtı. Çocukluğum, gençliğim böyleydi. Ankara'nın kalabalık caddesinde bir yoksul gördüm mü ona ne gerekiyorsa verirdim. Böyle bir dünyam vardı. Kaç kişiyi evlendirdim, bilmiyorum.
Abdal ve Bektaşi kimliğinizi daha rahat yaşayıp ifade edebildiğinizi düşünüyor musunuz?
Evet. Madem şu, şu dendi, ben Abdal'ım, neslim de Abdal. Yani şu Laz, şu Kürt, şu Çerkez, Tatar ise, beni zaten ben söylemeden karşımdaki söylüyor: Abdallar diyor, ben de Evet, Abdal'ım diyorum, benim adımı sen koydun. Ben diyorum ki, insan ve insanoğlu var. Bunlara ayrı ayrı isim takmak suçtur. Bu bir ayrımcılıktır, doğru değildir. Kim söylediyse suç işlemiştir. Bir aşağılık, bir yukarılık. Bu ayrımcılığın sonu kavgadır, kavganın kârı var mı?
Birbirine düşman olan Fransa, Almanya, öteki beriki gelmişler bir araya, insanca anlaşmışlar, sınırlarını açmışlar birbirlerine, ne güzel. Bütün dünya eninde sonunda birleşecek.
Okuduğumuz bu satırlar yeterince açıktır. Babası Muharrem Ertaş Cem'lerde Zakir'lik yapmaktadır. Zakir Alevi Cem ´´ lerinin olmazsa olmazıdır. Her bağlama çalan ve sesi güzel olan zakirlik yapamaz. Köklü bir bilgi birirkimi, deyişleri anlamlarıyla okuyabilme yeteneği, ehli kamil anlamında insani olgunluk vb.. özellikleri olmayanların zakir olmaları mümkün değildir. İşte Neşet bu bilge insanın yanında yetişmiştir. Deyiş söyleyebilirdim ama deyişler arifcedir diyebilecek kadar kendi inanç kültürüne saygılı, hiç bir ayrım yapmadan dinleyicilerine Ayağınızın turabı olayım diyebilecek kadar, mütavazi. Beni konserlerde dinlemek için ekmek paranızı verip gelmeyin, ben televziyonlarda sizlere bedeva çalıp söylerim diyebilen bir paylaşımcı ve gönül insanıdır. Am ne hikmetse tüm bu özellikler, onu Sunnileştirmek isteyenlerce görmezden gelinmistir.
DEVLET SANATCISI DEĞİLİM
Türk devleti ve TRT yıllarca pek çok halk ozanına sahip çıkmadığı gibi, Neşet Ertaş'a da sahip çıkmamış, eserlerini koruma altına almamıştır. Eserlerini derleyip toparlayan ve Ertaş'ın 2000 yılında yeniden memlekete dönmesinde büyük çabaları ve katkıları olan" Kalan Müzik" ve sahibi Hasan Saltık olmuştur.
Neşet Ertaş, Süleyman Demirel'in Cumhurbaşkanı olduğu dönemde devlet sanatcılığı ünvanı ile ödüllendirilmek istenmiştir.
Dinleyelim.
Bu nedenle mi devlet sanatçılığı nı kabul etmediniz?
Ne demek devlet sanatçılığı? Hepimiz bu devletin vatandaşıyız, bu memleketin sanatçısıyız. Ayrıca bir devlet sanatçısı ne demek? Ben burada bir ayrım gördüğüm için kabul etmedim.
SAZ ÇALMAYA CİN İŞİ, ŞEYTAN İŞİ DERLERDİ.
Neşet Ertaş a soruluyor.
Abdal müziği bugün yaşatılabiliyor mu peki?
Bizim çocuklarımız şapkalarının gölgesinden çıkamıyorlar. Duygusal insanlar bunlar, davet edilmeyen yere gitmeyen insanlar. Başkaları bizim türkülerimizi televizyon kanallarında söylüyor. Bizimkiler o cesarete sahip değiller. Eskiden düğünlerde Cin işi, şeytan işi derlerdi, kimse elini uzatmazdı saza, kemaneye, davula, zurnaya. Okula giden gençler baktılar ki cinin de, şeytanın da fotoğrafı yok, aldılar davul-zurnayı, sazı ellerine. Bizimkiler aç kaldı.
Osmanlı imparatorluğundan günümüze, Sunni halk için, çalgı çalmak, içki içmek, kadınlı, erkekli eğlenmek genelde Cin işi, Şeytan işi olarak görülmüştür. Neşet usta tamda bu duruma iğneleyici bir göndermede bulunuyor.
PALA'NIN PALASI VIZ GELİR TIRIS GİDER.
Zaman Gazetesi yazarlarından İskender Pala, hemen her konuda bilge ve yol gösterici olduğunu kanıtlamak için cansiperane bir mücadele veriyor.
Yazdığı, Şah ve Sultan romanında, Alevi toplumuna yeterince hakaret ve saldırıda bulunamadığını düşünmüş olacak ki, şimdi de Neşet Ertaş' ın Türkülerine dil uzatıyor.
Katıldığı TV programında şöyle demektedir.
"Türkülerdeki erotizmin kadını aşağılamasından rahatsızım. Kadınları, alınır-satılır bir meta olarak gören türkülerimiz var. Düğmelerin dar geldiğini falan anlatan türküler var. Bir taksiye binseniz, taksi şoförü bu şarkıyı açsa rahatsız olmaz mısınız? Ben toplumda bazı şeylerin normalleşmesi gerektiğini düşünüyorum. Neşet Ertaş'ın türkülerinde de erotizm vardır. 'Bir tenhada can cananı bulunca...' diye başladığınızda istediğiniz sahneyi üretebilirsiniz. Erotizmin nezih ve zarafete bindirilmiş kısmı başımla beraber, ondan heyecan duyarım, lezzet alırım. Ama kadınları aşağılayan türküleri artık radyolarımızdan çalıp söylemeyelim."
Bu satırların neresinden tulalım ki . Bir yandan, kadınların aşağılanmasına , meta gibi görülerek alınıp satılmasına karşı mücadelede kararlı ve istekli bir İskender Pala karşımıza çıkıyor. Öbür tarafdan Neşet baba'nın " Bir tenhada can cananı bulunca" dizelerinden bile tahrik olan, erotizm bulan paslı- isli kafalı bir İskender Pala var. Bu kafa yapısı bize hiçte yabancı gelmemektedir. Çıplak insan heykellerinden tahrik olanar, iç çamaşır reklamlarının panolarında ahlaksızlık bulanlar, deniz kumsallarında kadın ve erkeklerin ayrı bölgelerde birbirini görmeden denize girmelerini savunan ve bunun için bin bir Cin'lik yöntemine başvuranlar ile Pala'nın kafa yapısı aynıdır.Bu tür bir kafa yapısına sahip olanlar bir dönemler, Saz çalıp, türkü söylemeyi, eğlenmeyi de Cin işi, Şeytan işi olarak görüyorlardı.Belki de hala pek çoğu aynı kanıdadırlar. Ne var ki, toplumsal gelişmeler bu tür köhnemiş değer yarargılarını ger geçen gün tarihin çöplüğüne atmaya devam etmektedir, ve devam edecektir.
İskender Pala&'nın Neşet Ertaş'ın türkülerine dil uzatması, palası ile saldırması, vız gelir ,tırıs gider diyerek , sözümüzü saldırılan türkü ile noktalıya
Gönül dağı yağmur yağmur bozan olunca
Akar can özümden sel gizli gizli
Bir tenhada can cananı bulunca
Sinemi yaralar dil gizli gizli
Dost elinden gel olmazsa varılmaz
Riızasız bahçanın gülü derilmez
Kalpten kalbe bir yol vardır görülmez
Gönülden gönüle yol gizli gizli
Seher vakti garip garip bülbül öterken
Kirpiklerin oku cana batarken
Cümle alem uykusunda uyurken
Kimseler görmeden gel gizli gizli
Röportaj Agos'ta 4 Nisan 2008'de Erol Mutlu- Ulaş Tosun imzası ile yayınlanmıştır.
Neşet Ertaş, Anadolunun bin yıllık, gül kokan soluğu, acısı, birikimi ve mutluluğudur.
Alçak gönüllüğün (tevazunun) son temsilcisidir. Saftır, salt gönüldür, gönül adamıdır.
Bir Neşet Ertaş'ın daha gelmesi söz konusu da değildir.
Bu sunumdan ve derlemeden dolayı, sevgili Hamiyet İbiş'e ve Hasan Höke'ye ne kadar teşekkür etsek azdır.