Admin
Site Yöneticisi
Mesaj Sayısı: 148
Katılım Tarihi: 04.10.05
Konum: Hamburg
Yaş : 65
|
Köyümüzdeki ilkokulun ilk yıllarını anlatmayı sürdüreceğimi
belirtmştim. Şimdi kaldığım yerden devam ediyorum.
O yıllarda köy'e çok fazla kar yağardı. Okula, karlara gömüle
gömüle giderdik. Havalar iyice soğuyup kar yağmağa başlayınca okula
devam eden öğrenci sayısı arttı.Sınıfımız doluyordu artık. Sıralarda
üçer hatta dörder oturmağa başladık. Hepimiz sabah evden, bir
koltuğumuzun altında kitap defter, diğerinde bir parça tezekle
çıkıyorduk. Okula tezeksiz geleni sınıf başkanımız geri çevirirdi.
Sınıfın bir köşesine yığılan tezekler, sınıf başkanının
görevlendirdiği bir öğrenci tarafından, yarım saatte bir, sobaya
atılırdı. Hava rüzgarlı olduğu zamanlar sobamız tüterdi.
Kısa sürede içerisi dumana boğulur, göz gözü görmez olur, öksürenler,
tıksıranlar yüzünden derse devam edilemezdi. Öğretmenimiz sınıfı
boşaltmamızı emreder, bizde itiş, kakış bu görevi zevkle yerine
getirirdik.
İkinci dönem başladığında okuma- yazmayı söken birkaç
öğrenciden biriydim.
Köyde okur yazar sayısı çok azdı. Arap harfleriyle seneler boyu devam
edip okuma yazmayı sökememiş bir yığın insanın yaşadığı bir yerde üç
ay gibi kısa sürede okumayı sökmüş olmak çok garip ve heyecan verici
geliyordu insanlara. İlk dönemin sonunda okuma yazmayı sökenlerden
biri de, aklımda kaldığı kadarıyla, Çetenin Fevzi'ydi. Evlerde kitap
diye bir şey yoktu. Sadece elden ele dolaşan " Ferhat ile Şirin, Tahir
ile Zühre, Aslı ile Kerem, Karacaoğlan vb." gibi birkaç hikaye ve
şiir kitabı vardı. Elinde bu kitaplardan olanlar bana, Fevziye,
Cemalet'e ( Celalet Şehir ilkokulunda okuyordu.) filan götürüp okutur
ağlaşırlardı. Kış ortasında bir gün Fevzi Hansu daha iyi okuyor, yok
aşakilerin İsmail daha iyi okuyor diye girişilen bir tatışma sonunda,
Dibeklerle bizimkiler kıyasıya kavga tutuşmuşlar. kafalar yarılmiş,
kollar kırılmış.( O yıllar insanlarımız en basit bir meseleden kavga
çıkartırlar, kafa ,göz demez birbirinin canına okurlardı.) Yandaşlar
arasındaki gerginlik ve husumet ertesi kışa kadar sürmüştütü. Ertesi
kış düzenlenen bir cem ayininde iki taraf ta kurban keserek tüm
köylünün huzurunda barıştırılarak olay tatlıya bağlandı.
Bahar geldiğinde öğretmenimiz bizi kıra götürüyor, dersleri
kırda yapıyorduk. daha doğrusu katip dayımın ya bağına, ya bahçesine
ya da tarlasına giderdik. Oraya vardığımızda uygun bir yerde biz
öğrencilerini başına toplar, bitkilere, fidanlara, çiçeklere,
canlılara vb. şeye ilişkin bilgiler anlatırdı.Bu en çok yarım saat
sürerdi. Hemen arkasından da " Size iki saat serbest zaman, bu sürede
tarlada cevizden büyük ne kadar taş varsa hepsini toplayıp sınıra
atacaksınız.Tarlada taş benzer bir şey görürsem hepinizi yakarım. Hadi
marş marş." Eğer bahçeye götürmüşse; "Öylen olmadan bu bahçe
çapalanmış olacak ve de karıklarda ot namına bi şey kalmıyacak.
Fasülye, gumpür, domates fidelerine basıp, kıran olursa başına
gelecekleri düşünsün. Büyükler çapa işine, küçükler ot topamağa. hadi
iş başına." İşin sonunda öğretmenimizden bir "aferin" almak en büyük
ödül olurdu.
Bu uygulamalı eğitim alanlarına gidiş, dönüşlerimiz muhteşem
olurdu. Ellerde, herkesin yaşına ve gücüne uygun olarak kazma, kürek,
bel, çapa, tırmık vs. gibi aletlerle üçerli kolda öğretmenimizin
öğrettiği tek marş'ı ( marş mı, şarkı mı olduğu pek belli olmayan)
söyleyerek güya uygun adım yürürdük.
Zit dağının başında horana bak horana
Gelen arkadaları istiyoruz horona.
Çok daha sonra bu şarkıyı duyduğumda doğrusunun;
Sis dağının başına borana bak borana, şeklinde olduğunu
öğrenmiştim.
Köyün sokaklarından, damlarin üstünden geçerken kadınlar, ekekler,
kızlar, gelinler evlerden çıkıp yol boyunca bizi alkışarlardı. Bizler
de bu durumdan duyduğumuz gururu ve mutluluğu sesimizi daha da
yükselterek, yere ayaklarımızı daha sert vurarak belli ederdik. okula
henüz başlamamış küçük çocuklar da peşimize takılır, bizi taklit
ederlerdi. Bu şarkılı yürüyüşlerin en çok beni mutlu ettiğini
anımsıyorum.
Olayı olabildiğince ciddiye alır, en sert adımlarımla yürür, marşı en
duygulu sesimle coşku içinde söyler, kendimle gurur duyardım. Herkes
yalnız beni izliyor, beni alkışlıyor gibi gelirdi bana.
İkinci dönemin ortasında bilmediğimiz bir nedenden okul
binasını boşalmak zorunda kaldık. Dedemgilin konaktan çıkartıldık
nedense? Yukarı mahallede, sanırım hayvanların sağlığını bozduğu için
terkedilmiş bir davar kömüne taşındık. Hasan emmi (Cin Hasan) nin
kömünü, birkaç gönüllü köylü ve hasas ile elbirliği ederek bir haftada
ders yapılabilecek duruma getirdik. Her ne kadar hayvan ve tezek
kokusu yoğun şekilde devam etse de hepimiz buna alışıktık zaten. Bu
yüzden kimse bu yeni okuldan rahatsızlık duymadı. Tek rahatsızlığımız
pire, kene ve tavuk bitleriydi. Ama kısa bir süre sonra haşarat bize,
biz de onlara alışıp uyum içinde aynı mekanı paylaşmaya başladık, ne
de olsa hemen herkes bu haşereye karşı şerbetli (bağışık) sayılırdı.
devamı gelecek mektupta ,
hoşka kalın
herkesi kucaklayıp öpüyorum.
İsmail İlhan |