Darboğaz, iki tepe arasında kendine özgü bir deredir. Dere boyu yükselen kavak ve söğüt ağaçları, çakıl taşları arasında şırıl şırıl akan öz suyunun iki yamaçtan yankılanan sesi, eşsiz bir doğa güzelliği sergiler. Bu vahşi güzellik akşam karanlığında, dehşet saçan bir korkuya dönüşürdü. Sabah vakti sevinçle geçtiğimiz darboğaz dan, akşamları korka korka dönerdik. Söylenceye göre cinli dere denirdi. Darboğaz hikayeleri bizim köylülerde çoktur.
Biraz tabiat bilgisi olan ve düşünebilen herkes bu hikayelerin saçmalık olduğunu anlayabilir. Herhalükarda iki tepe arasında ses yankılanması olur. Karanlıkta kulağıyla algıladığı seslerin ne sesi olduğunu ayırt edemeyen kişi elbette korkacak ve varsayımlar ortaya atacaktır. Zorunlu olarak Darboğazdan geceleyin geçmek zorunda kalan ve korkulu anlar yaşayan kimi köylüler, cinli perili hikayeleri ballandıra ballandıra anlatırlar, kendi anlattıkları kimi yalanlara kendileride inanırlardı.
Ekinler yeşermiş, tarlalar yeşil bir atlasa bürünmüş, Kömyerine doğru uzanıyordu. Ben ve Hasan yarın malları bu yöne getirmeyi planlıyorduk. Öğle olunca Kömyerinde ki bağlara giderek, orda oynaya bilirdik. Ve düşündüğümüz gibi sabahın erken vaktinde tuttuk Darboğazın yolunu. Dedemin salı pazarından yeni aldığı mavi renkli naylon ayakkabılarımızın sevinciyle malların arkasında yürüyorduk.. Darboğazın biteceği yerde, kayalıklar yükselir ve dere birden derinleşirdi. İşte tamda orada bir göl vardı. O gölde çimmeden (yıkanmak) geçmek olmazdı. Elbiselerimizi alelacele çıkarıp, atıp kendimizi göle, daldık suyun zevkine. Kaya kovuklarından oluşan bu gölün suyu oldukca soğuktu. Biraz dışarı çıkıp güneşleniyor, tekrar suya dalıyorduk.
Biz çocuk yaştaydık oyun oynardık,
Oyunun tadına asla doymazdık.
Bazen güler idik bazen ağlardık,
Bazen masal gibi günler yaşardık.
Acı, acı soğluktan bir bekçi düdüğü duyduk ki yüreğimiz yerinden oynadı. Mallar gitmişler Kara Hasanın ekinlere girmişler. Sudan çıkıp, elbiseleri koşar adım giyindik. Malları toparlarlıyorduk. Karşıdan eşşek üstünde bekçinin (Palo) sesi geliyor: Ula gobeller korkmayın, sizi döğmeyeceğim, malları toplayın öze getirin. Malları ekinlerden toparlayın, söz veriyorum sizi affedeceğim. Önce Kömyerine doğru kaçmayı planlıyorduk, sonra Palonun sizi dövmeyecegim lafına inandık. Malları tekrar Darboğaza doğru çevirdik ve biraz önce sevinçle oynadığımız gölün yanına geldik. Bu arada Paloda yanımıza geldi. Biz suçlu yüz ifadelerimizle yere bakıyoruz ve özür diliyor, mallara birdaha iyi mıhayıt olacağımıza yemin billah söz veriyoruz. Palo, armut gibi kızarmış kellesiyle öfkesine hakim olmaya çalışıyor:
Ulan allahsızın dölleri, eşşoğlu eşşekler..... Küfürün haddi hesabı yok...
Yüreğimiz cızz etti. Palonun tuzağına düşmüştük. Uzatın ellerinizi ulan ! Uzattığımız ellere ardı ardına inen meşe değneğin verdiği acıyı bu cümleleri yazarken bir kez daha yaşıyorum. Oturun çıplak şeyinizle şu dikenlere. Pantolanlarımızı sıyırıp dikenlere oturmuş gibi yapıyoruz ama Palo oturmadığımızı fark edip kendi eliyle iteleyip oturtuyor. Sonsuz acılar içinde hem ağlıyor, hemde yalvarıyoruz. Bir daha yapmayacağız. Vallaha, vallahaaaa.....
Etme Palo abi, bizi afet... Bu fırsatı bulmuşken, vahşi ruhunu tatmin edene kadar bildiği dayak metotlarının tümünü körpe vücütlarımız üzerinde birer birer uyguluyordu. Palo bizi cezalandırırken kendine verilen bekçilik görevini en doğru şekilde yerine getirdiğini sanmaktaydı.
40 yıl önce yaşanmış bu hikayeyi anlatırken gözlerim yaşardı. Hikayenin ötesinde yaşanmış bir gerçeklik var. Amacım burda insanlar arasında yeniden fitnelik tohumu saçmak değildir. Geçmişde ki cahilliğimizi ortaya çıkarıp, gelecekte tekrarlanmasını önlemektir. Şimdi artık zaman değişti. İnsanlar bilgilendi, toplum değişti. Palo o eski Palo değil, bizde o eski köylü çocukları değiliz. Çok şükür bu günleri gösterene!... Not: Bekçinin ismi değiştirilmiştir.
KÖMYERİ
Köyden Kömyerine iki yol giderdi. Uzun yol Daşdüğne den, kısa yolsa Darboğaz dan geçerdi. Daşdüğne yokuş olduğundan biz en çok Darboğaz dan giderdik. Akşam karanlık oldu ise, Daşdüğne den dönerdik. Akşamları cinli Darboğaz dan ancak çokluk olduğumuzda geçerdik.
Sıcak bir Agustos ayında Kömyerin de derede Hasan, Zeynel ve ben oynuyorduk. Aklımıza bisiklet yapmak geldi. Yozgat Salı pazarında varlıklı bir aile çocuğu bisiklet sürüyordu. Biz üçümüzde o bisiklete baka kalmıştık. İçimizden de ah bide bizim böyle bisikletimiz olsa diye geçmişdi.
Hasan bana seslendi. Bize çok çamur gerekiyor dedi. Ben niçin diye sordum. Hani bi bisiklet gördüydükya, işte bu gün onu yapacağız dedi. Ne ile ? Çamur ve değnekle! Nasıl? Hasan toprağa bir çubukla ilk bisiklet şeklini çizdi. Direksiyon değnekten, tekerler çamurdan ve bu çamur tekerler kurumadan değnekle birbirine birleştirilecekti. Ortadan gelen ikinci değnek oturacağımız kısım olacaktı. Öyle mi? Öyle!
Önce aşşağıda dereye indik. Suyun önüne taşdan bir duvar çektik. Biriken suya toprak doldurarak, çamur elde etmeye başladık. Olgunlaşan çamurla çizdiğimiz bisiklet resmini doldurduk ve akşam olana kadar bisikleti şekil üzerinde yaptık. Artık kurumasını bekleyebilirdik.
O gün sevinçle köye gittik. Akşam yatarken bisiklete sırayla kimin bineceğine karar verdik. Hasan büyüğümüzdü. Elbette ilk binme hakkı onundu. Ben ortanca olduğum için ikinci hak benimdi. Zeynel küçüğümüzdü üçüncüyede o binecekti. Bu sorunu hallettikten sonra hangi hayellerle yattığımı ve hangi rüyaları gördüğümü sanırsam tahmin edebilirsiniz. Kömyerin de artık bir bisikletimiz vardı.
O sabah çok erkenden kalktık ve Kömyerinin yoluna koyulduk. Vardığımızda ilk uğradığımız yer, üstünü bağ yapraklarıyla örttüğümüz çamurdan yapılma bisikletimizin yeriydi. Sabah güneşi yeni doğmuş, daha yapraklarda ki çiğ kurumamışdı. Bisikletin çamuruda kurumamış, beklememiz gerekiyordu. Önce yaprakları birer birer topladık. Üstü açılan çamur bisiklet daha çabuk kurumalıydı. Birimiz bağları dikizlerken, diğerimiz hep bisiklete bakar oluyordu.
Derede ki gölden kızların sesi geldi. Sarı Cemalin kız kardeşleri de bağlarını beklemeye gelmişler ve bizim gölde elbiseleriyle yıkanıyorlardı. Kara Hüseyinin torunu Memmet onları kovalıyor, kızlar kaçıyor, sonra tekrar göle giriyorlardı. Memetin bu oyununa Hasan da katıldı. Bizim gölde bu kızların işide neydi! Ve bir anda kızlarla, oğlanlar savaşı patlak verdi. Bir dönem tavşan kaç tazı tut misali, bir çekişmedir devam etti. Sonra sözlü sataşmalar ve küfürler, savaşın en etkin mermileri haline geldi. Bu savaş cephesinde ilk bozgunculuğu ben başlattım. Memetin, Kızlara yaptığı küfürleri kendime yediremez oldum. Ve saf değiştirip kızlara katıldım. Bu tavrımla oğlanların tüm hışmı benim üzerimde yoğunlaştı. Memet diğerlerini kışkırtarak beni haşlamak istiyordu. Tek başına saldıramazdı. Çünkü Hasan, Zeynel ve Ben üç ebedi kardeşdik. Bize kim saldırırsa Aşşakilerin İrizaya yaptığımız gibi, kafasını taşla yarardık. Bunda başarısız olunca, Hasan la benim aramı açmayı denedi. Hasan bana gancıklık yapma diye sert çıkıyor ama iş dövmeye gelince elini kaldıramazdı. Uzun lafın kısası o hafta benim adım bozguncu, gancık olarak telefuz edildi. Tuh senin erkekliğine, gancık, kızları kayırdın, bozguncu dönek...
Kızlar ve oğlanlar savaşından sonra aklımıza tekrar kurumasını belediğimiz bisiklet düştü. Artık kurumuş olmalıydı. Heycanla bisiklete doğru yürüdük. Büyük bir özenle tekerleklerinin üzerine kaldırdık. Evet, o büyük an gelmişti artık. Hasan, gözlerinden belli olan sevinçle, ikimize bakıyor ve bisiklete ilk binme hakkının kendinde olduğunu ima ediyordu. Hemi bu bisikleti yapma fikride ona aitti. Haydi bin dercesine başımızı salladık. Sağ bacağını kaldırdı bisiklete otururdu. Oturmasıyla da kıyametler koptu. Günlerdir zahmetini çektiğimiz, dereden çamurlar taşıyarak yaptığımız ve yine kuruması için gece gündüz beklediğimiz bisiklet biranda kırılıp, dökülmüştü. Ben ve Zeynel gözlerimize inanamıyorduk. İnanılacak gibi değildi. Bir anda herşey bitmiş, kocaman kocaman hayallerimiz yerlebir olmuştu. Zeynel ağlamaya başladı. Ben Hasanı bisiklete binmesini bilmedin diye çekiştiriyordum. Hasansa ikimizin acı ve üzüntüsüne bakmadan, küstahca gülmekteydi. Birde bilmiş bilmiş konuşuyordu. Ben biliyordum, çamurdan bisiklet olmaz!
Güneş söğüt yaprakları arasından süzülüp tepemize vurmaktaydı. Öğle sıcağında ki bağlar büyük bir sessizlik içindeydi. O bağırtı ve çağırtıdan sonra, yorulmuş olsak gerek, derede otura kaldık. Bu derenin çamurundan bisiklet olmayacağını anlamıştık. Uzun bir sessizlik Hasanın süper buluşuyla tekrar bozuldu. Hasan mal bokundan parça kopartan siyah bok böceklerini dikizliyordu. Siyah bok böceği kopardığı parçayı yuvarlak bir bilya haline getirmekte, sonra önden ve arkadan iteleye iteleye kendi yuvasına taşımaktaydı. Hasan aldı sözü, bence bu böceği papura götürüp geçen arabaların altına atarsak, böcek o arabaya dönüşebilir diyordu. Öylemi ? Öyle! Çünkü kendide inanarak konuşuyordu. Bizde hemen inandık. Aklımızı şoseden geçen Kamyona, Otobüse, Motorsiklete, Traktöre taktık. Benim bir Motorsikletim olmalıydı. Zeynel de turistlerin Taksileri gibi bir taksi hayali kuruyordu. Hasan hepsinden de bir hayal kurmaktaydı. Kamyon, Otobüs, Motorsiklet...
Bok böceklerini tiksine tiksine sefer tasına doldurduk. Kapağı kapattık, şosenin yoluna koyulduk. Oraya vardığımızda içimiz içimize sığmıyor, heycandan çatlayacak gibi oluyorduk. Bir kaç dakika sonra gerçek arabalarımız olcaktı. Yarışta yapacaktık. Hasan bize döndü ve söz vermemizi istedi. Bu sırrımızı kimseye, ama kimseye söylemeyeceğinize söz vereceksiniz dedi. He vallaa, iki gözümüz kör olsun ki kimseye demiyeceğiz.
İki kalın ot çöpüyle, sefer tasının içinden birinci bok böceğini şosenin tam orta yerine koyduk. İlk gelen araba ne olursa olsun, Hasanın olacak, ikincisi benim, üçüncü Zeynelin. Uzaktan yüklü bir Kamyon geliyordu. İçi boş olsa gerek, oldukcada hızlı geliyordu. Hepimizi de heycan sarmış, yüreğimiz ağzımızda son saniyeyi bekliyorduk. Ortalık toz dumana büründü, havada acı bir mazot kokusu vardı. Giden Kamyonun ardından gözlerimizi ovalayarak baka kaldık. O toz duman çekilmiş, ortada ne bir kamyon, nede o bok böceği görünmüyordu. Hasan yine gülmekte, bizlere yalan uydurduğunu söylüyordu. Tüm hayallerimiz orda son bulmuştu. Canımız sıkılıyor, moralimiz sıfıra inmişdi. Kısa bir şoktan sonra göz göze bakıp gülmeye başladık. Bu gülüş biraz acıklı ve donuk bir gülüşdü.
Mesaj Sayısı: 114 Katılım Tarihi: 03.10.06 Konum: ankara Yaş : 81
Sevgili Şafak,
Resmi görevin, müzik çalışmaların derken yazma etkinliğini savsaklamıyorsun umaraım. Yazdıkların, estetik düzeyi ile olduğu kadar bilgi aktarma yönüylede ilginç. En önemli yanı ise, belge niteliği taşıyor olması. Bir gün hepsini unutabileceğini de hesaplayarak, olabildiğince erken aklındakileri yazıya dökmelisin.
Başarılarının sürekli olmasını dilerim canım.
Mesaj Sayısı: 44 Katılım Tarihi: 08.10.06 Konum: ankara Yaş : 38
Şafak Ağbi,
Anlattığınız yerlerin adını çok duydum; ama buraları görme fırsatım olmadı. Fakat sizin anlatımınızla görmüş kadar oldum. Bir de yüreğimin sızladığını hissettim. Paylaşımınız için teşekkür ederim.