Konu Başlığı: Köçek Kömü Köyü Sitesi :: Aleviler - CELAL İLHAN

Gönderen Admin - 27-07-2006 12:03
#1

YAZAR ÖZGÜRLÜĞÜMÜ BU?

Celal İlhan

… Yavaş yavaş kalktı. Başını biteviye sağa sola titreterek,
küçücük adımlarla, piti piti uzaklaştı.
O gidince istasyon müdürü, kahveciye;
Ne istedin adamdan dedi. Keyfini kaçırdın oruçlu oruçlu.
Bırak allasan müdür bey. Bazen kanıma dokunuyor vallaha.
Sen onun oruçlu olduğuna inanıyor musun? O ne hin oğlu hin-
dir, o ne kahpe dinli kızılbaştır o! Müslüman olsa acımak bilir.
*
… Çok talihsiz insanım ben diye inliyordu. Çok ama çook.
Öpsem mi dersin? Öpmek lazım galiba… Kardeşlik, vatandaşlık,
İnsanlık, an , durum, dekor her şey bunu icap ettiriyor.
Tam ben böyle düşünürken üzgün gözlerini kaldırıp ıslak ıslak
Bana baktı. Ve işte o anda, tövbeler olsun, abla-kardeş, Kızılbaş-
lar gibi sarmaş dolaş oluverdik.
Biraz sonra, birbirimizden kopabildiğimiz zaman ikimiz de tuhaf
tuhaf soluyorduk.
Şişhaneye Yağmur Yağıyordu / Ayışığında, Çalışkur 2005
Bütün Hikâyeleri II adlı kitaptan.

Tırnak içinde verdiğim iki paragrafın da usta işi metinler olduğunu, hatta hangi yazarın kaleminden dökülmüş olabileceğini, deneyimli okurun şıp diye anlayacağından kuşku duymuyorum.
Ama ben yine de yukarıdaki alıntı metinlerin yazarının ünlü oyun yazarı, öykücü, entelektüel Haldun Taner olduğunu açıklamalıyım.
Gelelim tırnak içindeki metnin ana fikrine.
Birinci alıntı, Kızılbaşların, hem hin oğlu hin hem de kahpe dinli olduklarını söylerken,
ikinci alıntı Kızılbaşların, abla kardeş demeyip sarmaş dolaş kendilerini yatağa atan ahlâk düşkünü kimseler olduğunu ifade ediyor..

Bu somut durumu saptadıktan sonra, konuyla ilgili düşüncelerimi aktarmak istiyorum.

Gençliğimde, öykülerini bir solukta, sonsuz tad alarak okuduğum yazarımın kitaplarının yeni baştan basıldığını duyunca sevinmiştim.
Hele bir de yayın politikasını beğeniyle izlediğim yayınevinden çıktığını görünce, sınırlı bütçemin istersen bir hesap yap çağrısına kulaklarımı tıkayarak yazarımın, Bütün Hikayeleri I ve II sayılı kitaplarını birlikte edinmekten kendimi alamadım.
Şişhanede Yağmur Yağıyordu öyküsünü kim bilir kaçıncı kez büyük bir zevkle okudum. Arkadan onun kadar güzel başka bir öykü. Daha onların tadı damağımdayken Kantar kâtibi Alirıza Efendiyi okumaya başlıyorum. Derin entelektüel birikimini her tümceye sindirmekte güçlük çekmeyen yazarımın ustaca kurduğu serüvene takılmış gidiyorum. Öyküde, evine gitmek üzere kıraathaneden ayrılan emekli Alirıza Efendi’nin arkasından kahveciye söyletilen sözlerle irkiliyorum. Kahveci, masada kalanların onaylayan tavırları eşliğinde şöyle söyleniyor, ... O ne hin oğlu hindir o, o ne kahpe dinli Kızılbaştır o.
O güne kadar severek okuduğum, belleğimde kişiliğiyle ilgili hiçbir olumsuz iz taşımadığım, TV. ekranından yitirdiğimizi öğrendiğimde en yakın bir arkadaşımı yitirmiş gibi acı duyduğum adam mı yazıyordu bunları? Daha önce okumamış mı okumuşta anlayamamış mıydım bu öyküyü? En yakınımda kim varsa onunla konuşup dertleşmek için kitabı kapatıyorum. Eşime ve kızlarıma aktarıyorum okuduklarımı. Hep birlikte şaşırıyoruz. Yazarın özgürlüğü ve özgünlüğü açılarından bakmaya çalışıyorum. Olmuyor. Bir yanlışlık eseri yazılmış olabileceğini düşünmek istiyorum. Yayınevinin ciddiyeti, kitabın dokuzuncu baskısının yapılmış olması ünlü yazarımı koruma girişimlerimi boşa çıkarıyor.
O gün bir daha açamıyorum kitabın kapağını. Oysa daha okunacak hayli öykü var. Ayrıca merak ediyorum öteki öykülerde de benzeri yaklaşımların yer alıp almadığını.
Birkaç gün ara verdikten sonra merakıma yenik düşüp okumayı sürdürüyorum.
Yazarıma yakıştıramayacağım yeni bir olumsuzluk karşılaşma korkusu giderek büyüyor içimde. Güzel, yetkin öyküler okuyorum bir biri ardına.
Sıra Ablam adlı öyküde. Bu öykünün bir özyaşam öyküsü olduğunu düşünmemiz için hayli güçlü kanıtlar var metinde.
Kahramanımız Almanya’da doktora yapmakta olan yakışıklı bir Türk gencidir. yazarımızın özgeçmişinde de bu doktoradan söz edilmektedir. Bir gün üniversite bahçesinde yeşil çimenler üstünde çıplak ayaklarıyla kayar gibi yürüyen bir kadına ilişir gözleri.
Adeta çarpılır genç adam.
Kadınla tanışmak için yollar aramaya başlar.
Öykünün akışı içinde beklediği gün gelip çatar. Çarpıldığı kadın Amerikada büyümüş bir Türk -Osmanlı- kızı değil midir? Körün aradığı bir göz hesabı. Ancak olaylar kahramanımızın istediği gibi gelişmez. Genç doktora öğrencisi arkadaşından birkaç yaş daha büyük olan bu afet, ondan kendisine abla demesini ister. Amerikada bir kardeşi vardır adı da kahramanımızın adını çağrıştıran bir addır. Halûktur. Bütün bu nedenlerden dolayı kahramanımızı bir çeşit kardeş gibi görmektedir kadın. Amerikalı biriyle evlidir üstelik. Kocası memleketinde işinde gücündedir.
Abla kardeş olma teklifini ister istemez kabul eder bizimki.
Ablası oluverir o güzel kadın. Uzunca bir süre bu sınır aşılamaz.
Yakışıklı doktora öğrencimizin bir sinema dönüşü, ablasına şöyle bir hatır sormak için uğraması tüm dengeleri alt üst edecektir. Kadının İstanbul Boğazında başlayıp Amerikada süren talihsiz hayat hikâyesi iki tarafa da duygulu anlar yaşatır. Gözyaşlarıyla ağarlaşan kirpiklerini aralamaya çalışan kadın, karşısında oturan genç adamdan yanına iyice yaklaşmasını ister. Kabul etmek gerekir ki yazarımızın o anı anlatışı bir yönüyle çok başarılıdır. Bilincine ne zaman nerede sokulmuşsa, Kızılbaşların bacı kardeş demeyip bir birleriyle haşır neşir olmalarına benzetir içinde bulunduğu durumu. Ve şöyle yazar o an ki duygularını:
Ve işte o anda, tövbeler olsun abla kardeş, Kızılbaşlar gibi sarmaş dolaş oluverdik.

Bu tiksindirici ifadeyi de okuyup bitirdikten sonra vücudumun ter içinde kaldığımı fark ediyorum. Şimdiye kadar bu konuda hiç bir şey yapılmamış olması, öykülerin aynı biçimde tekrar tekrar yayımlanmış olması şaşırtıyor beni. Onca insan hakları kurumları, Alevi kültürünü yaşatma ve geliştirmeye yönelik Pirsultan, Hacıbektaş, Cem Vakfı vb. örgütler nasıl olurda bu çağ dışılığı görmezler diye sayıklıyorum. Kitabın ilk baskısının ne zaman yayımlandığını tam olarak bilmiyorum ya yazarımızın yaşadığı dönemi şöyle bir düşününce elli yıldan az olmadığını anlayabiliyorum. Elli yıldır süren bir aymazlık.
İlk işim elimdeki kitabı yayımlayan yayınevine koşmak oluyor.
Yayınevi yetkilisi, durumdan haberdar olduklarını, ilk tepkinin de benden gelmediğini, yakınmaları, yazarın mirasçılarına ilettiklerini ama bir sonuç alamadıklarını söylüyor. Öykülerde yer alan ifadelerin Alevi / Kızılbaş inançlı yurttaşları aşağıladığı kadar yazarı da onulmaz bir aymazlık töhmeti altında bıraktığını söylüyorum. Mirasçılarının bu kiri temizlemekten niçin kaçındıklarını anlamaya çalışıyorum.
Tanıdığım tüm yazın adamlarına anlatıyorum durumu. Yalnızca bir kişiden, yazarın özgürce kalem oynatma hakkı olduğunu, buna saygı duyulması gerektiği işitiyorum. Geri kalanlar büyük tepki veriyor. Önce inanmak istemiyorlar, ayrıntıları, sayfa numaralarına kadar önlerine koyunca ikna oluyorlar.
Durumu ilettiğim ilgili kurumlar / dernekler gereğinden sert tepki veriyorlar önce. Duyarlılığım için teşekkür alıyorum hem de. Biz sizi ararız deyip telefon ve adresimi özenle not ediyorlar.
Aradan yedi sekiz ay geçmesine karşın hiç birinden bir haber çıkmıyor.
Değişik adlar altında, Alevi toplumunun hak ve hukukunu korumaya yönelik kurulmuş çok sayıda dernek ve vakıf başkanı arkadaşımız böyle bir durumda nasıl sessiz kalabiliyorlar? Yasal olarak yapabilecekleri hiçbir şey yok mudur gerçekten?
Bu yazıyı, başta ünlü yazarımız ve onun ünsüz mirasçıları olmak üzere beni düş kırıklığına uğratan ilgili dernek ve vakıf yöneticilerine de duyduğum tepkiyi ifade etmek için yazıyorum.
Yazık, çok yazık demekten başka ne denilebilir ki?…

Düzenleyen: Admin - 27-07-2006 12:06