Gönderen
Admin - 25-12-2011 14:59
#1
Sevgili kardeşlerim,
Bu mektubumda çocukluğumun anılarından, özellikle de ilkokula
başladığım yıldan söz etmek istiyorum. pek çoğunuz için hayli uzak
olan o dönemleri birazda olsa tanımanızı arzu ediyorum. O yıllarda
insanlarımız ne düşünüyordu, nasıl yaşıyordu,neleri tartışırdı, nelere
sevinir, nelere üzülürdü ? Bunlarla ilgili bir fikriniz olsun
istiyorum. Doğal olarak, o günleri birlikte yaşadığımız ağabeylerimin
ve akranlarımın bir kısmı hala hayatta, anlattıklarımın canlı
tanıklarıdır. O yılları onlara da hatırlatmış olmaktan memnunun. Hemen
hemen bir öykü tadında anlatmağa çalışacağım o günler sanırım bir
mektuba sığmayacak. O yüzden iki ya da daha fazla mektupla
aktarabileceğimi düşünüyorum.
Benim ilkokula kaydoluşum, köyde ilkokulun açılışının üçüncü
yılına rastlamıştı. Yani köyün ilkokula kavuşmasının üçüncü yılı. bazı
aileler geçmişten kalan duygu ve yargıları nedeniyle çocuklarını ilk
iki sene okula yollamadıklarından birinci sınıfta on, oniki yaşlarıda
olan abiler de vardı. Anadolu köyü insanı yeni bir olguyu başkasında
görüp, yararlı olduğuna kesin inanmadıkça onu kolay,kolay benimsemez.
Okulumuz üçüncü sınıfa kadar açıktı, yani üçüncü sınıftan mezun
olunuyordu. O dönemde bu kadarı bile çok büyük bir olanak, bir şanstı.
Bu okul açılmadan önce ALİ HOCA namıyla ünlenmiş birisi okutuyormuş
köyün çocularını. Köylüden toplanan bir ya da iki çuval buğday
karşılığında "eski yazı" denen arapça harflerle medrese usulü okuma
yazma öğretiyormuş köyün çocuklarına. Ben Ali hocayı hayal meyal
hatırlıyorum. Ali hocanın rahlesinden geçmeyen kimse kalmamış olmasına
karşın köyde eski harflerle okuyup yazabilenlerin sayısı bir elin
parmak sayısı kadar değildi. Yeni okul açılınca Ali hoca da işsiz
kadığından bir süre sonra köyden göçüp gitti.
Okulumuzun açılması İsmail dayımın ( İsmail Zeren, namı diğer
KATİP, Tanrının rahmeti üzerine olsun ) köye eğitmen olarak atanması
sonucu gerçekleşmişti. Bilmeyenler için "Eğitmen"in ne olduğunu biraz
açıklamalıyım sanırım: Eğitmen tam olarak öğretmen sayılmlyor. Sadece
ilk üç sınıfı okutma yetkileri var.O dönemlerde orta lise hatta
ilkokul mezunu çok az. Devlet, okuma-yazma bilenleri 4 aylık bir
kursa alıyor, başarılı olanları eğimen olarak köy okuluna atamasını
yapıyor. Eğitmenin atandığı köyde aslında yapılmiş bir okul binası
filan yok. Bunu sağlamak köylünün görevi. Katip köye atandığında da
ortada bir okul binası yok doğal olarak. Sorunu bizim köy çözecek.
İsmail dayım ilkokul 4 den terk, okur yazar. Bu yüzden devlet
onu kursa alıp eğitmen yapmış. Çakır ağanın desteği ile ( Bilmeyenler
için açıklamalıyım. Çakır ağa 6 dayım, annemle birlikte 4 teyzeden
oluşan ZEREN sülalesinin babaları. Oyıllarda oldukça varlıklı,sayğın
ve güçlü) de kendi köyüne eğitmen olmuş. Köylüler, dedemin( Çakır
ağa) vali paşaya yedirdiği kuzular sayesinde dayımın egitmen olup köye
atandığının dedikodu'sunu yaparlardı. Dayım böyle konuşanlara kızar,
okulumuz için en iyi, en yararlı öğretmenin kendisi olduğunu, bu
göreve de bileğinin hakkıyla geldiğini söylerdi. Hatta bir gün bizim
evde babamla sohbet ederken, bu görevi kabul etmesi için vali paşanın
saatlerce kendisine dil döküp yalvardığını anlatmış, köylünün kadir,
kıymet bilmezliğinden yakınmıştı.
Okula başladığım (1947) yılın birinci döneminde Çakır dedemin
misafir konağı olarak yaptırdığı, iki oda bir hol'den oluşan ve köyün
ilk ve tek kiremitli yapısı olan konakta derse başladık. Konağın bir
odası misafir için, halılar döşeli, duvarları büyük boy dini motifler
içerikli tablolarla çevrili oldukça konforluydu. Sınıfımız ise seyis
odası olarak tasarlanmiş tamamen boş olan diğer oda idi. Bu odada üç
sınıf bir arada ders yapıyorduk. Aklımda kadığı kadarıyla 3.sınıfta
yedi, sekiz öğrenci, 2. sınıfta on yada onbir, 1. sınıfta ise 17
öğrenciydik. Aslında köyde okuma çağındaki çocukların sayısı bu
sayının en az üç katıydı. Kimse kızını okula göndermiyordu. Okulun tek
kız öğrencisi öğretmenimizin kızı geçenlerde kaybettiğimiz,sevgili
kuzenim ve arkadaşım Kıymet'ti. Kıymet sıra arkadaşıdı.Dayım öyle
müsasip görmüştü. Ben bu durumdan pek mutlu değildim. Dışarda
çocukların benimle alay etmesine neden oluyordu. Bir yandan da bu beni
gururlandırırdı. Kendimi öğretmenime daha yakın hissediyordum. Zaten
çocuların alay etmelerinin esas nedeni kıskançlıktı sanırım.
Dayı-Yeğen olarak öğretmenimle bibirimize çok fazla yakın
değildik. Onu dayım olmasından çok öğretmenim olarak seviyordum, ama
çok da korkuyordum. Dışarda hayli yumuşak ve sakin olmasına karşın
sınıfta oldukça sertti.
Şehirli öğrenciler gibi belli bir okul kıyafetimiz yoktu.
Sanırım böyle olmasını bilen de, isteyen de yoktu. Herkes okula
gündelik giysileri ile gelirdi. Kir,pas içinde, yırtık pırtık,yamalı
giysilerle, çitili, yırtık çarıklarla hatta yalın ayak gelenlerin
sayısı az değildi. Çoğunluk ne bir ders kitabına, ne de doğru dürüst
kalem,deftere sahipti. Öğretmenimizin kitaptan okuduğu bir parçayı
izlemek için var olan bir kaç kitabın başına beşer,altışar öğrenci
toplanırdı. Hemen hemen herkesin defteri ev imalatıydı. Şehir
inşaatlarından toplamış,yırtık çimento torbaları uyğun şekilde
kesilir, biçilir, ortasından dikilerek defter yapılırdı.
Babamın şehirden getirdiği ilk defterim bittiğinde bizim evde
de çimento torbasından defter imalatı başladı. Okulda şehir malı yeni
bir enstrümana ( defter, kalem, silgi vb ) sahip olmak inanılmaz bir
ayrıcalıktı. Bu ayrıcalığın zevkini ve gurunu zaman,zaman yaşayabilen
az sayıda öğrecilerden biriydim sanırım.
Önümüzdeki mektupta kaldığım yerden devam edeceğim. hoşça
kalın. Hepinize sonsuz sevgi ve saygılar. Herkesi kucaklıyor,
öpüyorum.
İsmail İlhan
Düzenleyen:
Admin - 25-12-2011 15:01