Gönderen
Admin - 12-11-2005 22:15
#1
"Uçsuz bucaksız, bembeyaz bir tarla... Ayaklarımda çayırların ıslaklığı... Yanına sokuldum. Sımsıkı sanldı. Teni daha beyaz, iri ela gözleri parlaktı. Kumral saçları aynıydı. Aldığı kilolar boyuna yakışmıştı. 'Biliyor musun, bu kocaman tarla benim.' dedi. Çeşitli renkte meyve ağaçlan vardı. Bir elma ağacına gidip kırmızı bir elma kopanp cebine attı. Yanıma döndü. Birlikte tarlasını diğer tarlalardan ayıran uzunca bir duvarın üstüne oturduk. Cebinden kırmızı parlak elmayı çıkardı. Alev gibi yanıyordu elma. Çakısıyla ikiye böldü. Yansını bana verdi. İştahla ısırdı elmasını, dudaklan elmanın sulariyla ıslandı. Uzunca bana baktı. 'Sizi çok özlüyorum. Ama burada çok işim var, ayrılamıyorum' dedi. Etrafına bakındı. Kulak kabarttı. Sanki birileri çağırıyordu. 'Benim gitmem lâzım' deyip kalktı. Bana sıkıca sarıldı. Ruhlarimız bütünleşti adeta. Kısa süren bu harika ânın ardından, kaçarcasına uzaklaştı. Elimdeki elmaya şaşkın şaşkın bakakaldım"
Gerçek mi rüyamı diye düşünürken, rüyaymış dedim.
Uykulu gözlerimi ovalayarak bir süre döndüm yatağın içinde. Gözüm oğlumun hediyesi olan kırmızı masa saatine takıldı: Bana gülümseyerek bakıyordu konsolun üstünden kırmızı saat. Saat 11'e geliyordu.
Dünkü gibi, ondan önceki günkü gibi. Değişen hiçbir şey yok. Yine yatağımdan kalkacağım; kahvaltı, bulaşık; eşimi işine, oğlumu okuluna... Yataktan zorla çıktım. Pencereyi açtım. Hava soğuktu. İçeri giren rüzgar perdeleri uçuşturdu. İçim ürperdi pencereyi kapattım. Kazağımı giyip mutfağa geçtim. Kafamdaki günlük program yönetimi ele almıştı bile. İlk iş olarak, çaydanlığı doldurup ocağa sürmem, sonra da sofrayı hazırlamam gerekiyordu. Aksatmadan yaptım söyleneni. Oğlumu uyandırmak için odasına girdiğimde uyanmış olduğunu mahmurluğuyla bana gülümsediğini gördüm.
-Günaydın canım, dedim sevgiyle.
-Günaydın anne, dedikten sonra bir güzel gerindi. Acıkmıştı, sofranın hazır olup olmadığını soruyordu. Şimdi de ikinci , yöneticimle tanışıyorsunuz: yirmi yaşındaki oğlum. Hiçbir şeye kafa yormama gerek yoktu. Emirleri yerine getirmem gerekiyordu hepsi bu.
-Hazır sayılır oğlum, bir sen eksiksin dedim.
Gülüştük. Oğlum iştahıyla ben de alışkanlıkla sofradaki yerlerimizi aldık.
İçimde bir sıkıntının kıpırdadığını duyuyordum. Oğlumla paylaşmalıydım sıkıntımı. Başka kimim vardı ki...
-Bugün rüyamda babanı gördüm, dedim. "Öf anne", diye elini sallamasına aldırmadan sözüme devam ettim.
Onur'un iri gözleri buğulanır gibi olmuştu. Başını önüne eğdi. Elindeki çatalla peynirini didiklemeye başladı. Uzunca bir sessizliğin ardından:
-Anne Rıza Amcamlara gidelim mi? Hem bayramlarını kutlanz hem de vedalaşmış olurum dedi. Unutmaya çalıştığım askere gideceği gerçeği tüm ağırlığı ile çöktü üzerime. Düşümü anlatmam, babasına duyduğu özlemi canlandırmış olmalıydı. Amcasını görmek istemesi bu özlemin bir sonucu gibi geldi bana.
-Gidelim ama haber vermeliyiz. Yeni evlerinin adreslerini de bilmiyoruz. Telefonla öğrenelim dedim.
Sonra da gülerek;
-Hayırdır, sen de amcanı mı gördün rüyanda. Nereden aklına geldi amcanlara gitmek?
-İçimden geldi, dedi.
Kahvaltıdan sonra amcasını telefonla arayıp konuştu.
-Bizi bekliyorlar anne derken yüzünün aydınlandığını, gözlerinin parladığını görüyorum..
Sofrayı toplamama yardımcı oldu. Kısa zamanda hazırlıklanmızı tamamlayıp, evden çıktık. Dışarı tahminimden de soğuktu. Onur'un koluna iyice yapışarak ısınmaya çalışıyordum.
Bir süre sonra vücudumuz soğuğa alıştı. Vücudumun titremesi bitti. Oğlum kışın keyfini çıkarmakla meşguldü. Anne şu güzelliğe bak, diyerek uçuşan kar tanelerini yakalamaya çalışıyordu. Onun bu mutlu halini görmek dünyalara değerdi.
Emek durağından metroya bindik. Onur'a bakıyorum dalmış, içimden, kim bilir neler düşünüyor kuzucuğum, diye geçiriyorum. Kanada'ya yolcu ettiği kız arkadaşı olabileceği gibi, askerde başına gelebilecekler de olabilir...
Benim gözüm hep onda. Başım kaldınnca göz göze geliyoruz. Gülümsüyor.
-Uzun zamandır amcama gitmemiştim. Rıza amcamı seviyorum, bana daha yakın geliyor ötekilerden diyor.
-Bende senin gibi düşünüyorum oğlum, diyorum.
Bayram nedeniyle Kızılay işportacılar tarafından işgale uğramış gibi. İnsanlar bayram telaşım yaşıyor dolu dizgin.
Beni koru bu kalabalıktan der gibi Onur'a bakıyorum. İri gözleri nasıl da parlıyordu. Gülümsüyor. Kolunu omzuma koyar, kendine çekiyor. Ondan istediğimi anladı diye seviniyorum. Şu an çok mutluyum.
Dolmuş durağının önündeki çiçekçi de durarak karanfil ve gül karışımı bir demet alıyoruz.
Yükünü alan dolmuş, kargaşadan ustalıkla sıyrılarak hareket ediyor.
Yarım saat kadar sonra indiğimiz durakta, kaynımın bizi beklediğini görüyoruz. Yeğenini karşısında bulan Rıza, sevinçle sarılıyor ona.
-Vay asker! Koçum benim nerelerdesin be oğlum, çok özledim seni diyordu. Ayaküstü hal hatır sorduktan sonra, evlerine doğru yürüyoruz. Kapıyı açan eşi Zeynep'le sarılıp öpüştükten sonra, aydınlık ve yeni eşyalarla döşenmiş salona girdik.
Etrafa göz gezdirdikten sonra;
-Her şey çok güzel olmuş. Yeni yuvanızda üzün yıllar güle güle oturun, diyoruz.
-Daha güzeli sizin olsun diyor Zeynep.
Çocuklardan, büyüklerden akraba hısımdan söz ettik. Son görüştüğümüzden bu yana önemli bir şey olmamıştı.
Yapmış olduğu nefis pastalardan, böreklerden ve dolmadan yerken zamanın nasıl geçtiğini anlayamadık. Biz Zeynep'le dedikodu yaparken oğlumla amcası derin muhabbetler icinde görünüyordu.
Onur'un iki de bir saatine bakmasından calkmak istediğini anladım.
Geceye kalmayalım diyerek toparlanmaya taşladık.
-Kaynım Rıza; yenge, size vermek için Onur'un askere gideceği günü beklediğim bir emanet var, ağabeyimin bıraktığı bir emanet diyerek bir odaya girdi. Zeynep, Onur ve ben merakla bekliyorduk. Odadan çıktığında, elinde siyah bir çanta vardı. Birden içimin cız ettiğini, burnumun direğinin sızladığını hisettim. Çantayı gördüğüm rüya ile eşleştirdim. rüyalar ters çıkarmış diye geçirdim içimden, Rıza, çantayı Onur'a verirken;
- Ben özellikle bu zamanı bekledim. Babandan kalan bazı eşyalar var.
Çantayı Onur aldı, gözleri yaşarmıştı yavrumun.
Merak ediyorduk ikimizde. Açıp açmamakta tereddüt ettik. Vedalaşıp ayrıldık.
Dönüş yolunda dolmuşun camlarından dışarı bakarken, elinde bu çantayla onun sureti dikiliyor karşıma. İşe giderken Onur'la beni öpmesi, benim de arkasından bakışım.
Dolmuştan metroya ne kadar çabuk gelmiştik. Oysa giderken ne kadar uzun gelmişti bu yollar. Metrodan bizim sokağa, sokaktan evin merdivenlerine nasıl geldik hiçbir şey hatırlamıyorum.
Eve girip ışıkları yaktıktan sonra Onur'un ilk işi çantayı kutsal bir emanete dokunur gibi açmak oldu. Çok merak ediyorduk. Gözüm çantada yorgunluktan bitkin divanın üzerine attım kendimi..
Onur, çantadan çıkan eşyaları tek tek inceliyor, arada dalıp dalıp gidiyordu. Çanta boşalınca onu bana bırakıp, gözlerinde biriken yaşları silerek odasına girdi.
Eşyalar arasında parlayan, benim hediyem olan çakmağa dokunuyorum. Ellerinin sıcaklığı var hâlâ. Gazete okurken çakmağa uzanışı geliyor gözümün önüne. Çakmağı okşamaktan kendimi alamıyorum.
Sonra resimler... Ağlamak geliyor içimden. Ağlıyorum...
Bir dosyanın içinde ilkokul, ortaokul, lise ve üniversite diplomaları.
İş Müfettişliğinin sınavını kazandığında aldığı çağrı mektubu.
Onur, üç yaşındayken birlikte çektirdiğimiz bir resim. Bir de mahpushane de spor kıyafetiyle ranzasının üzerinde çektirdiği resim.
Saati on buçukta durmuş. Adres ve telefon numaralannı içeren defteri. Defterdeki kişiler hakkındaki" not ettiği görüşleri. Hep komik şeylerdi bunlar. Nasıl gülerdik onlara?
Özenle yazdığı ve gönderemediği, zarflanmış mektuplar... Bir tanesini çekip okuyorum
"Gülom,
5 Eylül 1981 Erzincan
Bugün pazar, şu anda burada yaptığım işlerin en zevklisini yapıyorum. Sana mektup yazıyorum. Bu mektubu hani geldiğinizde oturduğumuz yer vardı ya işte ordan yazıyorum. Güneşli bir günde .yazdığım ilk mektup. Ama geceden bir farkı yok. Tıpkı akşam gibi içim hüzün dolu. Sizgelmeden önce ben buraya alışmıştım. Siz gelince tekrar yabancdaştım. İlk geldiğim günler kadar çirkin, kasvetli esaret duygusu içimi kapladı. Size dokunamadan göndermek beni yıktı. Hala onun acısını atamadım. Keşke gelmeselerdi diye düşünüyorum bazen. Mektuplarla daha iyiydi. Sana mektup yazıyorum şu anda bu benim için dünyanın en haz verici işi.
Gülüm! oğlumun fotoğrafını ve yazdığın mektupları aldım.
Oğlum, o ne güzel fotoğraf, nereden öğrendin öyle poz vermeyi? Aslan oğlum benim, kocaman adam olmuş ana okuluna bile gidiyorsun.. Biliyor musun? Ben seni çok seviyorum. Şimdilik resminle idare ediyorum. Anneni üzme olur mu yavrum? Gözlerinden özlemle öpüyorum.
"Gülüm son mektubunda iyi haberlerini aldım. Benim tek istediğim de bu. Bunun dışında hiçbir şey umurumda değil. Mahpusluk mu onu geç. Hasretlik olmasa iyi ama hayat devam ediyor, edecek. Ağaçlar sarardı. Hava hala sıcak. Şu anda yanınızda olmayı sizinle birlikte kahvaltı yapmayı, cam bardakta çay içmeyi çok isterdim, ne yazık ki bu mümkün değil. Benim yerime siz için. Bir de gurbet türkülerini dinleyin..
Yazacak özlemden başka ne var ki?"
İçim acıyor, boğazıma bir şeyler tıkanıyor, soluk alamıyorum.
Bütün yaşamı bu çantanın içerisine sığdırılmış sanki. Sigaramı onun çakmağı ile yakmak geliyor içimden, yanmıyor. Gazı bitmiş olmalı.
Arkamdan bir el ve yanan bir çakmak uzanıyor. -
Bir an onunla, sevgilimle karşılaştığımı sanıyor, o tanıdık yüze bakakalıyorum.
Neden sonra anlıyorum o gözlerin oğlumun ağlamaktan kızarmış gözleri olduğunu.