Gönderen
Admin - 12-11-2005 22:00
#1
Her Allah'ın günü kafamda aynı şeyleri kurmaktan yorulup yığılıyorum. Çocuklarım, torunlarım, köydeki yaşadıklarım, rahmetli herifim, rahmetli kaynanam, mecbur kalarak işlediğim günahlar. Günümün yarısı Allah'ıma şükretmekle, kalan yarısı da ele avuca düşmeden canımı alması için yalvarmakla geçiyor. Ama yatağa girince ne uyku var ne dünek, vesvese,vesvese,vesvese.
Rabbime şükürler olsun, şimdiye kadar ne zaman zorda kaldıysam, darıma yetişti. Ne zaman hastalanıp yatağa düşsem kısa zamanda dermanını gönderdi, şükretmeyip de nankörlük mü edeyim? Önümüzdeki yıl seksenime gireceğim, benden olan çocukların her birinin bin türlü derdi var. Kiminin beli tutmuyor, kiminin boynu tutmuyor, akşama kadar inim inim inliyorlar. "Ana keşke senin kadar sağlam olsak" diye bana hevesleniyorlar. Bir eksiğim var okuma yazma bilmemek. Nasıl pişmanım öğrenmediğime. Beş çocuğu tek başıma büyüttüm. Nur içinde yatsın kaynanam çabuk göçtü öbür dünyaya. Kafamı toplayıp da kendimi okuma yazmaya veremezdim ki.
Kulaklarım, kulaklarım iyice ağırlaştı, anamız atamız diye yanıma geliyor, ziyaret ediyorlar, konuşmak istiyorlar. Ne dediklerini anlayamıyorum ki. Onlar da bir iki sözden sonra ya susuyorlar, ya da kendi aralarında konuşuyorlar. Hepsi neyse ne de, uykusuzluk çok yıpratıyor, kafamın içi uğultuyla doluyor, sersemliyorum. Uykumu alamadığımdan olacak, bütün gün şuradan şuraya gitmeyi canım istemiyor.
İnanılması zor ama, uykusuzluğumun yaşlılığımla bir ilgisi yok. Bu mesele çok eskilere dayanır, çocukluğumda da, gençliğimde de uykum yoktu.
O zamanlar yedi sekiz yaşlarındaydım. Köy yerinde herkesin bir işi vardı, benim işim de emmimin kızı Elif ile kötürümleri gütmekti. Büyükler gibi sabah erken kalkmaz uykumuzu doya doya uyurduk. Çobana katılamayan hastalıklı koyunlar kuzular biz çocuklara kalır, köyün yakınlarında otlatırdık onları. Büyükler, "Kötürümlerin kötü çobanları bunlar" diye takılır, bizi huylandırırlardı.
Bir gün Elif ile ben önümüze katığımız yedi sekiz kötürümle, Daşlıgüneye doğru yola çıktık. Daha oturup evcilik oynamaya bile başlamamıştık ki, köyden bir vay vasıl koptu. Bir birine karışan çığlıklar arasından, "vurmuşlar - öldürmüşler -çobanlar" seslerini ancak seçebildik. Çobanlar kimi vurmuştu? Yoksa çobanları mı bir vuran vardı? Bunu anlamanın yolu köye geri dönmek, her şeyi gözlerimizle görmekti. Ne köyün içinde ne evlerde kimseler kalmamış, tüm köy, kadını erkeği, çocuğu ihtiyarı ile, harman yerlerine toplanmışlardı. Davar çobanı Çöllo ile, kuzu çobanı Hüso'nun öldürüldüklerini öğrenmemiz merakımızı gidermediği gibi, yanına büyük bir korkuyu da ekledi. Hem çok korkuyor hem de her şeyi tüm açıklığı ile öğrenmek itiyorduk.
Erkekler üçer beşer, çobanların öldürüldüğü söylenen yere, At Çayırına doğru yola düşmüş gidiyorlar, Elif ile ben de arkalarına takıldık. Mezarlığı geçip bağlar arasına varınca, arkamızdan gelen Mıstılı Emmi, "Gız siz nereye gidiyorsunuz" diye bize seslenmiş, niyetimizi anlayınca da, boynumuza birer şamar atarak, "Hemen evlerinize dönün, yoksa kırarım kanatlarınızı" demişti. Çaresiz geri dönüp kadınların arasına karıştık.
Kısa bir süre sonra, erkekler büyük bir kalabalıkla, sövgüler küfürler ederek, iki öküzün çektiği bir kağnı ile çobanların ölüsünü getirdiler. Bütün köy aşağı pınarın önüne toplandı. Kadınlar ağlaşıyor, katillere lanet yağdırıyorlar, erkeklerse ana avrat basıyorlardı küfürü.
Çobanları pınarın önündeki taşların üzerine yatırdılar. Orada hazır bulunan yunak ocağına, koca bir yunak kazanı koyup altını yaktılar. İçine su doldurdular, başladılar "kazma - kürek" diye bağırmaya. Buraya kadar söylenen sözlerin çoğunu, erkeklerin ettiği küfürleri, kadınların ilenmelerini az çok bende anlıyordum ama, "kazma-kürek" sözlerini bu kadar insanın hep birlikte tekrar etmelerini anlayamamıştım. Birkaç kişiye sordumsa da kimse yüzüme bile bakmadı. Kafaları çobanlara takılmış, beni gören bile yoktu.
Aşağı pınarın yan tarafındaki söğütlerden birinin çatalına kadar Elif'le birlikte tırmanmış, bir bölümünü duvarın kapatması nedeni ile göremediğimiz cenazelerin, kafalarını ve omuzlarını apaçık görebiliyorduk.
Keşke görmez olaydım, oralarda bulunmaz olaydım.
Omuzlarında kazma kürek, köyün mezarlığına doğru yürüyen kalabalığı gören arkadaşım Elif, "Bak mezar kazmaya gidiyolar" deyerek meraktan kurtarmıştı beni.
O gece yatağa girdiğimde, bundan böyle ömür buyu tatlı uyku yüzü görmeyip, çobanlarla birlikte uykumun da mezara gömüleceğini nereden bilebilirdim?
Bir çok kişi bir odada yattığımız için, konuşulanları dinleyerek, gündüz yaşadığım ürküntüleri bir kez de yatakta yaşamak zorunda kaldım. Eskiler çocukların korkacağını hiç akıllarına getirmezlermiş demek ki. Sabaha kadar ağladım. Yastığım su gibi olmuştu. Arada bir bağrım dalıyor, "kazma-kürek, kazma-kürek" diye bağıran seslerle sıçrayarak yeniden uyanıyorum. Anlatırım da kimseler inanmaz, tam yirmi bir yaşıma kadar, "kazma-kürek" li düşlerden kurtulamadım.
O olmaz olasıca seslerden kurtulduğumda da, uyku ürkekliğim devam etti, seksen yaşıma geldim, hala devam ediyor.
Bir ya da iki gün sonra, köye getirmişler o katili, Ayı Bekir denen kafiri. Biz Elif'le kötürüm peşinde, yine Daşlıgüney'deydik, göremedik yüzünü.
Ağam köyün ileri gelenlerinden olduğu için, mahkemede, sorgusunda bulunmuş. Şehirden dönünce anlattı, baştan sona hepsini dinledim.
Şöyle olmuş:
Bizim köyün davar çobanı Çöllo, kuzu çobanı Hüso ve bu katil Bekir hep birbirinin akrabaları. Yalnız Bekir komşu köye çoban durmuş. Hepsi akraba olduğu için çadırlarını iki köy arasında uygun bir araziye kurmuşlar. Hem Çöllo, hem de Bekir evli, daha yaşı küçük olan Hüso ise bekar. Bekir Çöllo'nun karısını seviyomuş, kadıncağız bir süre karşı koymuşsa da sonunda teslim olmuş Bekir'e. Yaptıkları azmış gibi, bu sefer de Çöllo'yu öldürüp ortaktan kurtulmayı düşünmeye başlamışlar. Ne var ki, Çöllo'nun karısı ile birlikte kalan baldızı, ablasıyla çoban Bekir'in oynaştıklarını çoktandır biliyormuş. Biliyormuş bilmesine de nasıl söylesin, kime söylesin, biri ablası öteki eniştesi.
Zavallı kız, çoban Bekir iki yiğide kıydıktan sonra bile, dilini tutup sesini çıkarmayacakmış ama, ölüler mezara konulurken kendi dillerinde ağlaşırken ağzından kaçırmış. Kız bir yandan ağlıyor bir yandan da kürtçe "Zalım Bekir, eniştemi ablam için öldürdün, ya Hüso'dan, on beş yaşındaki bir çocuktan ne istedin" diyormuş.
Bizim köye eskiden gelip yerleşmiş bir Kürt karısı vardı, anamgile, işi kendine çok gelen köy evlerine yardım eder, çoluk çocuğunu öyle doyururdu. Kudret karı Kürtçe bildiği için, kızın söylediği bu sözleri anlar, kimseye belli etmeden jandarma çavuşuna anlatır. Gerisi çorap söküğü gibi sökülüp gelmiş. Bekir önce inkar etmiş, jandarmalar bilmez mi kim suçlu kim suçsuz? Bekir'i öyle bir söyletmişler ki bu kadar olur. Bu arada ne elinde ne ayağında bir tek tırnak ta bırakmamışlar. Köye getirip yüzleştirdiklerinde Bekir'in hali harapmış. Görenler, "Elleri ayakları sarılı, insanlıktan çıkmış yürüyemez bir halde" diyorlardı.
Ağamın anlattığına göre, Bekir tırnakları bitip başka yerlerinin koparılmasına sıra gelince, başlamış konuşmaya. Böyle, böyle, böyle yaptım demiş. Önce, Çöllo'nun davarı nerede gecelettiğini öğrenmiş. Silahını bıçağını kuşanıp, ava çıkmış. Çöllo'nun yattığı yere, At Çayırı'na gitmiş. Zavallı çobancağız davarının başında uyuyormuş, hiç acımadan kafasına kurşunları ardarda sıkmış. Anamgilin koca kafalı bir davar köpeği vardı, Bekir'e saldırmış. Kafir gözünü kırpmadan onu da vurup öldürmüş. Elli yüz adım uzaklaşınca, karşısına kuzu çobanımız Hüso çıkmaz mı? Bir kere gözünü kan bürümüş ya, Hüso ne kadar "Bana kıyma ben daha çocuğum Bekir ağa" dediyse de oracıkta onun da canını almaktan geri durmamış.
İşte hepsi bu.
Geçmiş gün, yirmi beş yıl mı, otuz yıl mı hapislik verdiler, sonra ne oldu bilmiyorum.
Ondan bu yana, At Çayırı diye bildiğimiz yerin adı Çöllo'nun Dere olarak değişti.
Çöllo'nun Dere'nin biraz bu yanında (Yozgat tarafında) bizim bir tarlamız vardır, orada ekin biçerken ağam bize, Çöllo'un öldürüldüğü yeri "Tam şurada yatıyordu" diye göstermişti.
Aradan yetmiş yıl geçti, bunları hiç unutmadım, unutamadım.30.12.2000 Ankara