Gönderen
Admin - 19-03-2007 00:03
#1
DARBOĞAZIN CİNLERİ
Öykü
Celal Ilhan
Köye sonradan gelip yerleşmiş bir erişkini, Darboğaz´ın ürkütücü, cinlerin cirit attığı bir yer olduğuna inandırmak ne kadar zorsa; köyde doğup büyümüş birini de Darboğaz korkusundan arındırmak o kadar zor, o kadar olanak dışıydı.
Yayladan beri akıp gelen, köy yaşamının atardamarı; göletlerinde çimdiğimiz, hayvanlarımızı suladığımız, oyunlar oynadığımız dere boyu, köyü geçip Darboğaz´a doğru yönelince, ürküntü verici bir görüntü kazanırdı. Daha köyün çıkışında, suyun akış temposu değişir, beş kilometreden az olmayan yolculuğundaki mırıltılar, fısıltılar yerini fokur- damalara, hışırdamalara bırakırdı. Derenin iki yanında yer alan, kavak ve söğüt ağaçlarının yoğunluğunda değişme olmamasına karşın, yukarıdaki insana güven veren varlığı, buralarda korku ve güvensizlik havası estirirdi. Dereyi oluşturan yamaçlar arasındaki uzaklık, elinizi uzatsanız dokunabileceğinizi düşündürecek yakınlıktaydı. Yürürken ayağınızın altından kayan taş, tutunamadan derenin dibine kadar yuvarlanırdı.
Uzun kış gecelerinde köyodasına toplanan insanlar, Darboğaz´da görmek bahtsızlığına uğradıkları cin taifesini, önceki anlatılanlardan daha şaşırtıcı biçimlerde anlatmanın güçlüğünü yaşardı.
Bazen gece yarılarına dek süren bu sohbetlere, babasıyla birlikte katılan tek çocuk ben değildim. Köy odası gediklileri, birbirlerine yaslanırcasına sıkı, ince hesaplarla belirlenmiş yaş sırasına göre oturmak zorundaydılar. Biz çocuklar, odanın girişinde yere serilmiş çul ve minderlerin üstüne kümelenir birbirimizi ısıtmaya çalışırdık. Oturma düzeni köye gelen konukların dışında kimse için bozulmaz, değiştirilmezdi.
Köylülerden biri,
Başı ve boynu kınalı bir deveyi andıran cinin, gövdesinin boz bir kurt olduğundan, ona yem olmaktan kıt kanaat kurtulduğundan söz ederken, bir başkası, boynuzları kavak gibi uzamış, at kılığında, kendisini tekmeleyen bir cinden söz ediyordu.
Rıza Emmi´nin anlattıklarıysa, yöre insanının düş gücüne tanıdığı özgürlüğün sınırlarını zorlayan cinsten bir hikayeydi. Bu kez cin; üçü bir birinden güzel, saçları topuklarını döven, başlarında parıltıları göz kamaştıran altın taçlarla, peri kızları donunda ortaya çıkıyordu. Kendilerini görme bahtiyarlığına kavuşan Rıza Emmi´yi kollarına alıp öpüp severek, bin türlü cilve cümbüşle evinin kapısına kadar getirmişlerdi. Periler, gördüklerini kimselere anlatmaması koşulu ile, her dilediği zaman onun emrine hazır ve nazır olacaklarını söyleyerek ayrılıyorlardı. Ne var ki, Rıza Emmi onları bir kez daha çağırmaya cesaret edemediği gibi, kısa bir süre sonra gizini açığa vurup şansını tümüyle yitirmişti.
Cin/peri hikâyeleriyle uzayıp giden sohbetin usandırdığı biri; bu boş, kafa bulandıran gevezeliklere dur demenin zamanının geldiğine karar vererek babama:
rHadi Mehmet Çavuş, bir de senin Darboğaz hikâyeni dinleyelim, bunlar gibi boş lâf etmezsin inşallah.r0; diyerek ona davetiye çıkarmış olurdu.
Sözünün kesilmesinden hoşlanmayan babamın, sedirin ortalarında bir yerde, dizlerini altına almış, yayılmadan, derli toplu oturduğunu anımsıyorum. Söze başlamadan önce, odada bulunanların tümünü gülümseyen bir yüzle gözden geçirir, dinlemeye hazır olduklarını görünce, anlatmaya başlardı:
rCin/peri diye bir şey yoktur ve olamaz! Her bir şey bizim şu koca kafalarımızın içindedir bunu bilin. Ben bunun böyle olduğunu, Darboğaz´ın yamaçta başıma gelen olaydan önce de biliyordum.
Yozgat´a, salı pazarına gitmiştim. Gitmeden önce bizim Deli Hasan´a, çifti koşup, Devesini´nde kalan bir evlek yeri sürmesini söyledim. Bir buçuk, iki saatlik bir iş. Sonra da öküzleri, Asacakta mal güden, benim büyük oğlana katmasını tenbih ettim.
Geçmiş gün, pazara ilettiğim yirmi, yirmi beş baş davarı iyi bir fiyatla satmış, parasını da peşin almıştım. Pazardaki işimi bitirdikten sonra, çarşıya uğrayıp avradın ısmarladığı ufak defekleri aldım. Bir iki ahbaba uğradım. Baktım saat olmuş altı. Gün, battım batacağım diyor. Yolcu yolunda gerek deyip köyün yolunu tuttum.
Serde gençlik var yol mu dayanıyor. Yavaş yemek yemeyi de, yavaş yola gitmeyi de hiç hazzetmem. Yoğurt yolunun yokuşunda ter bastı, yokuş bitip yüzünguylu dönünce poyraz vurdu, vücudum buz gibi oldu. Köye girdiğimde; sokaklarda kedilerden, köpeklerden başka kimseler kalmamıştı. Kapının önünde, beni beklediğini düşünerek keyiflendiğim küçük oğlumu göremeyince keyfim kaçtı. Ağıldan içeri girdim ki ne göreyim, ortalıkta insan namına kimse olmadığı gibi, odanın ışığı da yanmıyor.
Çocukların başına bir şey gelse, konu komşunun böylesine sessiz kalması olacak iş değildi. Hayvanların başına bir şey gelmiş olabilir miydi? Bir solukta ağılı dolaşıp sayımlarını yaptım. Boz öküzle sakar tosunun yerleri boştu. Yüreğim cız etti. İçeriye, köme girmiş olabilirler diye bakındımsa da emektar öküzlerimden eser yoktu.
Ben öyle şaşkın dolaşırken, ev halkı süklüm püklüm, başları önde çatal kapıdan içeri dolmaya başladı. Bir iki sorgu süvaldan sonra anladım ki, bizim öküzler dağda kaybolmuş. Ne kadar aramışlarsa da bulamamışlar. Deli Hasan, işini bitirdikten sonra öküzleri alıp Asacağa gittiğini, benim büyük oğlana teslim ettiğini, köye öyle döndüğünü söylüyordu. Oğlansa ağlayarak, öküz möküz görmediğini, öylene doğru Hasan Ağasını uzaktan şöyle bir gördüğünü, başka bir şeyden de haberinin olmadığını anlatıyordu.
Bu durumda siz olsanız ne yaparsınız? Ben de onu yaptım. Hepsine birden bağırıp çağırdım, ağzıma geleni söyledim. Ama olan olmuş, şimdi çare bulmak zamanı.
Bağ bıçağını kapıp bi koşu Süleyman Ağamın yanına vardım. İnandığımdan değil de, ne olur ne olmaz diye kurt ağzı bağlatacağım. Bıçağı elimden alan Süleyman Ağam, okuyup üfürdükten sonra, ağzını kapatarak geri verdi. rKurdun ağzını iyice bağladım, ama sen yine de buna fazla güvenme, bir an önce öküzlerini bulmaya bakr0; dedi. Sonra da, kurtların ağzını sıkı sıkı bağladığı halde, iki yıl önce bir yaşındaki tayımızın kurtlar tarafından nasıl parçalandığını hatırlattı.
Evden ayrıldığım da ortalık zifiri karanlıktı. Kafamda bin bir düşünce cirit atıyordu. Gulu Haydar´ın evin yanından, Darboğaz´ın kuzey yamacına doğru vurdum. Hiç korku duymadığımı söylersem yalan olur. Boğazla ilgili duyduğum ne kadar ipe sapa gelmez hikâye varsa, şimdi inanırlığı biraz daha artmış olarak kafamda fır dönüyor. Bildiğim üç beş ayeti art arda sıralıyor, bittiği zaman yeni baştan okuyordum. Bir yandan da öküzlerimin nerelere gidebileceğini düşünüyor, karanlıkta boş yere dere tepe dolaşmak istemiyordum.
O gün, benim yerimde sizlerden bir olmuş olsaydı, eminim şimdiye kadar görülmüş cinlerin en korkunçlarını, en akıl almazlarını görürdünüz.
Bayırda yürürken, ayağıma takılıp yuvarlanan taşların çıkardığı ses ıssızlıkta çoğalıyor, boğazın güney yakasından yankılanıyor, korkudan tüylerim diken diken oluyordu. Darboğazın ortası sayılabilecek bir noktaya ulaştığımda, uzak tepelerin hafifce ağardığını görerek sevindim. Kısa bir süre sonra ay doğacak, gözümün önünü görebilecek, çalı çırpıya takılmadan yol alabilecektim.
Bir anda, nasıl olduğunu anlayamadığım bir şey oldu. Her halde bir çalıya ya da taşa takıldım. Yüzüstü yere kapanmıştım. Doğrulmak istedimse de, dizlerimin söz dinleyecek hali yoktu. Vücudum, vücut değil bir korku yumağı olmuştu. Başımı yukarı kaldırdığımda, bir ormanın içine düştüğümü görerek şaşkınlığım daha da arttı.
Dizlerim neden tutmuyordu, çarpılmış olabilir miydim? Darboğaz´ın yamacında, Daşlıgüney de bu orman nereden çıkmıştı? Önümde, arkamda her yanımda, kucak kavuşmaz ağaçlar görüyordum. Onlardan birine tutunarak kalkmak için emeklemek istedimse de başaramadım. Kulaklarım uğulduyor, başım dönüyordu. Ayağa kalkmaya çalışmaktan vaz geçtim, işi oluruna bıraktım.
O durumda ne kadar kaldığımı bilmiyorum.
Bir ara, kulağımdaki uğultunun yok olduğunu, gözümden bir perdenin sıyrıldığını hissettim. Çevremi saran ulu ağaçların hepsi birden yok olmuştu. Tam olarak yok olmuş da sayılmazlardı. Ulu ağaçların yerlerinde, boyları bir/bir buçuk metreyi geçmeyen sığır kuyruğu otlarını görüyordum. Aydede´nin doğmuş, hem de bir mızrak boyu yükselmiş olduğunu görerek, yerde yarım saatten az kalmadığım sonucuna vardım. Yıllardır anlatılan safsatalara inanmamakta ne kadar haklı olduğumu görerek sevindim, gururlandım.
Eğer sizler de kafanızı biraz kullansaydınız, o gördüğünüzü sandığınız mahlûkatların gerçekte birer hayal olduğunu anlar, attığınız palavralarla büyüğün küçüğün kafasını boş yere karıştırmazdınız.
Ay ışığı karanlığı önüne katmış sürerken, bastığım yeri görmenin rahatlığı ile Kömyeri´ne doğru yönümü çevirdim. Kuş gibi hafiflemiştim. Bir solukta indim üzüm bağlarına. Öküzlerimin bağ aralarında bir yerde olabileceğini biliyordum. Çolakların bağ duvarına sırtını vermiş, geviş getirerek yatan boz öküzümü gördüm önce. Ondan beş adım ilerde, sakar tosun yatıyordu. Her ikisinin gözlerinden içim kaynayarak öptüm. Sırtlarına şaplaklar vurarak kaldırdım. Yukarı yoldan dönebilecekken, yolumu değiştirip inadına Darboğaz´dan geçmeye karar verdim. O, sizin cinlerin cirit attığını söylediğiniz dere boyunda, mallarımın ayak sesleri ve benim söylediğim bozlaktan başka kimsenin sessi sedası çıkmıyordu.
Babam hikayesini bitirdiğinde kendimi daha güçlü duyumsadığımı hatırlıyorum. Çocukların arasından kalkıp koşarak boynuna sarılmıştım onun.