#1
ALIÇ AĞACI VE BEN
Kim daha yalnız?
Kim daha mutlu?
Daha çok özgür olan kim Alıç Ağacı?
Korunun Yüzünde; tüm vadiyi gören, küçük dağları ben yarattım der gibi oturuşuna, iri, boncuk boncuk, sarışın meyvelerine, yeşil yeşil gülen yapraklarına, sere serpe alımlı duruşuna bakılırsa mutlusun, hem de çok mutlu. Kim istemez.
Görüşmeyeli ne çok zaman geçti bir bilsen.
Seninle, yemişlerinle tanıştığımda 6-7 yaşlarımda olmalıyım.
O nasıl bir tatdı ki bugün bile damağımda.
Yenilirliğini ağabeyimden öğrenmiştim. Öyle her önümüze çıkan ağacın meyvesine üşüşemez duraksar, büyüklerimizin gözüne bakardık. Ağzımızın içine tutkal sürülmüş gibi dilimizi damağımıza yapıştırırdı kimi ağaçların meyveleri. Kimilerinin ki de Ağı içmiş gibi acıtır, sersemletir, korku salardı içimize, ağlamaya başlardık. Seni tanıdıktan sonra hiç korkmadım, dikenlerin ellerimi çizip kanatsa da. Kırlardaki ilk göz ağrımdın çünkü. Sarı, babamın kehribar tespih tanelerini andıran meyvelerin nasıl avlardı gözlerimi. Dur durak bilmeden tıkınmamı izleyen Ağabeyim, yeter artık hasta olacaksın demişse de doyana değin yemiş sonra da ishalden, bozguna uğramaktan kurtulamamıştım. Hepsi dün gibi aklımda.
Nedense unutulmuyor, küllenmiyor çocukluk anıları. Bizi izleyenler, hep benim konuştuğumu, senin konuşmadığını, öyle durduğunu sanabilirler. Hiçte değil. Beni konuşturan, on yıllarca geriye götürüp en ince ayrıntıları yaşatan, anımsatan kim dersiniz? Çok iyi konuştuğundan ve konuşturduğundan hiç kuşkum yok benim.
Dün gibi aklımda, o zamanlar bu yamaçta, bir sen iki de küçük kardeşin vardı, şimdi sayınız belli değil. Kardeşlerin benim gibi küçümendiler, alıç verme olgunluğuna bile ermemişlerdi daha. Şimdi her biriniz, sarı-kırmızı ve yeşil renklerden oluşan eşsiz birer tablo gibi görünüyorsunuz, ne güzel.
Gerçekten mi güzel?
Alıç Ağacı, bu değişimi olumluya mı yormalı yoksa köyümüzün, otlaklarımızın boşalmışlığına, insansız ve hayvansız kalışına, terk edilmişliğine mi yormalı bilemiyorum.
Sanıyorum bu konunun daha derin, daha çevrenli ele alınmaya gereksinimi var.
Biliyor musun, insanın sıkıştığı zaman gidebileceği tek yer çocukluğu.
Şimdi burada ne aradığımı anladın mı? Biliyorum ki çok iyi anladın.
Çocukluğumu, saflığımı, ağız tadımın yerinde olduğu, yoksun ama mutlu günlerimi arıyorum. Gördün mü? Buralarda bir yerde bıraktığımı sanıyorum. Yanılıyor muyum yoksa nar tanem, nur tanem, bir tanem Alıç Ağacı?
Evde sıkılıp kendimizi dışarı attık mı nasıl da sıcacık kucaklanır, çocukça heveslerimiz karşılık bulurdu gölgende.
Neler yoktu ki: Leyleklerle gelen çiğdem, papatya, menekşe, lale, sümbül, gelincik, peygamber çiçeği, çıtnık çiçeği. Ve her yanı saran, topunu birden ot diye tanımladığımız, bin çeşit bitkinin, el kadar açık yer bırakmadan, sarmaş dolaş kapladığı tepeler, yamaçlar, düzlükler ve tarlalar. Dere boylarını aralıksız kaplayan komşu bahçeleri, o bahçeleri dolduran erik, kayısı, armut, elma ağaçları. Yayla suyundan kanan kana içip gelişen, serpilen koyu gölgeli, yaşam kokan söğüt, kavak, iğde, kuşburnu kümeleri. O ağaçların yapraklarıyla oynaşan, serinleten, yaşam veren poyraz esintisi, su çağıltıları, kuş cıvıltıları. Tüm bu ezgilerden oluşan çok sesli müzik (ninni) içinde büyümek az şey midir sanıyorsun?
Kuzu otlatmayla başlayan çobanlığımız, 9-10 yaşlarımızda elimize tutuşturulan bir sopa ve önümüze katılan, sayısı ikiyle on arasında değişen büyükbaş hayvanlarla sürerdi. Otun, çöpün, yağmurun bol olduğu yıllarda hayvan otlatmanın güçlüğünden söz etmek bir yana, keyifli işlerimizin başında geldiğini söyleyebilirim. Ah, bir de o köy bekçilerinin, hayvanlarımız birinin tarlasına girdi, ekinini otladı diye falakaya yatırması ya da keven dikenlerinin üstüne donumuzu sıyırtarak oturtması olmasaydı. Bunların mutlulukla anımsanacak yanı yok ama geliyor insanın usuna. Yoksul, küçük bir Anadolu köyünde her şeyin tozpembe olduğunu söylemek olası mı?
Kuşlardan, yemişlerinle besleyip büyüttüğün, dalında uyutup ninniler söylediğin kuşlardan mı söz edelim? Olur, edelim.
İlk, serçeyi bildik kuş olarak biz. Her zaman ve her yerde onlar vardı çünkü. Penceremizde, bahçemizde, ağılımızda ve evlerimizin taa içinde. Keşke korkup kaçmasalardı biz çocuklardan. Dalımıza kolumuza konsalar, ekmeğimiz paylaşsalardı. Yakışırdı da bu onların açgözlülüğüne. Kışta kıyamette bir onları görürdük çevremizde, çokları bizi terk edip gider, dönmek için baharı beklerdi. Bu yanlarına bakarak, serçelere en güvenilir kanatlılar da denilebilir belki. Bulgurluk buğday sergilerini beklerken, doymak bilmeyen iştahlarıyla canımızdan bezdirseler bile onlarsız yapamayacağımızı bilirdik.
Sığırcıklar, onları da unutmamak gerek. Özellikle karınlarını doyurup dinlenceye çekildiklerinde susmak nedir bilmeyen sığırcıklar. Susturmak için korkutma girişimimiz, iki saniyeden fazla durduramazdı onları. Soluklandıktan sonra, daha güçlü başlardı çok sesli, çıldırtan koroları. Koyun sürümüz, sütünü sağdırmak için özveriyle avlumuzu doldurduğunda, onların sayısını aşan bir sığırcık sürüsü de birlikte dolardı ağılımıza. Koyunların yünleri arasında, kanıyla besleyip büyüttüğü keneler, Belki de en tadına doyulmaz yiyeceklerinin başında geliyordu sığırcıkların.
Güvercinlerle daha çok harman yerlerinde, tarlada/tapandan karşılaşırdık.
Adlarını sıkça duyup kendilerini pek az görebildiğimiz kuşlar vardı bir de. Kartal, şahin, keklik, bıldırcın, bülbül ve turnalardı bunlar. Büyüklerimizden, kartalın ve şahinin hançer gagalı, kekliğin kınalı, bülbülün güzel sesli, turnanın ipek kanatlı olduğunu duyardık, hepsi bu.
Adının saka olduğunu sonradan öğrendiğim, karakış boyunca, dam üstüne yığılmış -keçilerin kışlık yiyeceği- dikenle beslenen, sarı-kırmızı, minik, sevimli kuşları anmadan olur mu hiç. Küçük bedenleriyle o soğuklara nasıl dayanır, ekmeğini dikenden nasıl çıkarırdı şaşardım.
Bir de leylekler vardı sahi. Baharın geldiğini müjdeleyen leylekler. Gagalarından perde perde yükselen şakırtılarıyla aklımızda kalmıştır nedense. Oysa tarım alanlarında, (tarlada, bahçede) yılan, sıçan, solucan gibi zararlılara göz açtırmamasıyla ünlenmiş, uzun bacaklı kuşlardandır diye öğretmişlerdi okullarımızda. Evlerimizde, büyüklerimizin dilinde ise Hacı Leylekti adı.
Senin, hava gibi, su gibi, onsuz edemeyeceğin dostlarından da söz edelim mi biraz?
Gökyüzü bir âlemdi o zamanlar. En çok şaştığım, hayranlık duyduğum, gölgesini ayrı kendini ayrı izlemeye çalıştığımız bulutlardı. Tepelerle, birbirinin tersine akıp dururlardı akşam sabah. Arada bir de aynı yöne doğru neden koşmazlar bunlar diye ne çok kafa yorardım. Biri, çok önemli biri daha vardı bulutlarla zıtlaşan, tepeler gibi yeryüzüne ayaklarında köstekli de değildi. Gündüzleri saklanıp, geceleri ortaya çıkardı. Yurdu, bulutların da üstünde olmalıydı. Dedelerin dedesi Ay Dedemizdi o. Uzun yıllar boyunca hiç doyamamışımdır bulutla Ay Dedemin oyunları izlemeye. Saatlerce aynı konumda kalmaktan boynum tutulur, yere bakamaz olurdum. O, pırıl pırıl yüzüyle bir girer bir çıkardı bulutların karanlığına. Uzun süre dayanamazdı tutsaklığa. Beklersem, kesinlikle görürdüm kurtulduğunu. Yitirdiğim yerin yakınlarında hafif bir aydınlama görürdüm önce, sonra çıkıverirdi gülümseyen, ışıl ışıl yüzüyle Dedem.
Ocakta kaynayan süt gibi kabardığı da doludizgin, ak bir at gibi koştuğu da oluyordu bulutların. Kara, ise bulanmış bulutlardan nasıl da korkardım Allahım. Ardından şimşeklerin, onun ardından da aklımı başımdan alan gürlemelerin geleceğini bilirdim çünkü. Lahana göbeği gibi katmerli bulutlar kısır olur, bir damla yağmur veremezdi nedense.
Yağmur veren bulutların ille de kara ya da gri olması mı gerekiyordu?
Büyükler, bunların hep Allahın işi olduğunu söyler, daha fazla konuşmazlardı bizimle.
Biliyor musun sevgili alıcım, sel, bahar yağmurlarıyla gelen o bozbulanık su kütlesi de tutkuyla bağlandığım doğa gösterileri arasında yer alır. İzlemeye doyamam, aslanlar gibi kükreyişini, dev yılanlar gibi hışırdayarak akışını. Taşı-toprağı, çalı-çırpıyı önüne katıp sürüklemesinden bir yandan ödüm patlar, öte yandan hiç bitmese diye Allaha yakardığım çok olmuştur. Selin ortasında kalıp kurtarılmayı mı beklemedim, otlatmaya götürdüğüm oğlaklarımı sele kaptırıp dünyam başıma mı yıkılmadı. Zaman zaman tümünü yaşadım bu söylediklerimin ama yine de sevdim seli, suyun o azgın boğa halini.
DEVAMEDEBİLİR.