#1
Yazma uğraşına 1999'da ''Anadolu'da Bir Nokta'' adlı inceleme kitabı ile başlayan Celal İlhan'ın ''Ateşle Dans'' ve ''Dokunan'' adlı iki de öykü kitabı var. ''Grevden Dönenin!'' adlı anı kitabı 2009 yılının Ocak ayında Kanguru Yayınları'ndan çıktı.
Celal İlhan'la yazma uğraşı üstüne ve daha çok da son kitabı üstüne söyleştik.
Önce, okurun sizi tanıması için özgeçmişinizden söz ederek başlayalım mı?
Ekim 1943'te, Orta Anadolu'nun ortasında, Yozgat'ın merkez köylerinden birinde, Köçekkömü Köyü'nde doğmuşum. İlk kitabım, Anadolu'da bir Nokta'da o köyü anlattım. Kitap yayımlanıp köylüye dağıtıldıktan sonra, borcundan kurtulmuş bir kimsenin mutluluğunu yaşamıştım. O kitabı okuyan Mahmut Makal Ağabeyimin, ''Celal, yazmayı bırakma, bir şeyler var sende,'' dediğini unutamam. Köy çocuğu olmayı, doğayla iç içe, yaşamın zorluklarını ve kolaylıklarını birlikte algılamak anlamında bir olanak gibi görenlerdenim. Kent çocuklarının, her bir şeyi önünde bulmak, emek vermeden, sorumluluk taşımadan büyümek gibi bir şanssızlıkları vardır bence. Bu küçümsenecek bir olgu da sayılmamalıdır. Öte yandan, kitap bilgilerine ermek, toplumsal davranışlara erken ulaşmak da kent çocuklarını öne geçiren bir olgudur. Kısacası, köy çocuğu olmaktan bir yakınmam yok benim. Köyümüzün kente çok yakın olması orta okul ve lise öğrenimi görmemde etkili olmuştur. Uzak olsak, Almanya'ya gitme olasılığım daha güçlü olurdu sanırım. Çevre köylere bakınca, bizim yaşıtların çoğunun yurt dışına işçi olarak gittiğini görüyoruz çünkü.
Ankara'da Tekniker Yüksek Okulu'nu bitirince hemen askere gittim. 1970 yılında askerlik sonrası sanayide iş bulup çalışmaya başladım. Bu süreçte sendikacılık da yaptım. 'Grevden Dönenin!'de anlattığım o dönemdir.
Şöyle sürdürelim istiyorum: Günümüzde yazın alanında olsun günlük yaşamda olsun, bir anlatım aracı olmaktan çok oyun aracı gibi kullanılıyor dil. Ancak sizin tüm kitaplarınızda dil bir anlatım aracı. Siz özenli, arı Türkçe ile yazmakta direnerek, oyunun dışında kalmayı yeğleyenlerdensiniz. Dilini yitiren ulusların öteki kültür varlıklarının da pek bir işe yaramadığını tarih bize göstermiştir. Türkçenin bugünkü durumu hakkında neler söylemek istersiniz.
Yazmaya başlamadan önce Türkçeyi bu denli seviyor muydum ayırımında değilim. Şimdi diline tutkun biri olduğumu söylerken en küçük bir kuşkum yok. Onu nereden mi anlıyorum. Biri kalkıp Türkçeyi yanlış ya da çarpıtarak kullanıyorsa çok rahatsız oluyor, o kişiye düşman kesiliyorum da ondan. Bilmeden yapılan yanlışları anlarım. Öyle durumlara ben de düşüyorum sık sık. Dediğim o değil. ''Ben dille istediğim gibi oynar, eğip bükerim. Önemli olan yaptıklarımı bilerek ve isteyerek yapmış olmamdır'' diyenler yok mu? En çok onlardan rahatsız olduğumu söylemeliyim.
Dilimizin yitirilmesinden söz ediyorsunuz ya gerçekten var böyle bir olasılık. Bunun bir abartı olduğunu kimse söyleyemez. Gençlerimizin, dahası, çok küçük yaştaki çocuklarımızın birbirleriyle konuşmalarına kulak misafiri olursanız anlarsınız durumun korkunçluğunu. Eğer dilinizi seviyorsanız; radyo ve TV sunucularına, büyük kentlerdeki çarşı pazar görüntülerine, post modern takılan yazarların yapıtlarına göz attığınızda, kaygılarınızın karabasana dönüştüğünü görürsünüz benim gibi.
Dilinizi yitirince, onunla birlikte öteki kültür varlıklarınızı da yitirmeyeceğinizi kim söyleyebilir ki? Güçsüz, horlanmış, yaralı bir dille geri kalan kültür varlıklarınızı nasıl anlatacaksınız çocuklarınıza, başka uluslara?
Evet tüm dikkatimi bu noktalara yoğunlaştırarak yazıyorum öykülerimi. Öyle yapmayı da sürdüreceğim elim kalem tuttuğu sürece.
Asıl son kitabınız üstüne konuşacağız. Kurgudan söz açılmışken, öykülerinizle ilgili gözlemlerimi de aktarmak isterim. Günlük yaşamdan, gerçekten yaşanmış olaylardan yola çıkılarak yazılmış hepsi de. Aynı biçimde ''Grevden Dönenin!'', bir anı kitabı. Konumunuz ve yazdıklarınız, fantastik kurgulara sıcak bakmadığınız izlenimi veriyor. Her öykü bir kurgu içerse de yaşanmışı anlatmayı yeğlemiş bir yazar olarak, salt kurguya dayanan öykülere, dahası fantastik yazına bakışınızdan söz eder misiniz?
Böyle incelikleri son zamanlarda düşünmeye başladım diyeceğim. Buna kimsenin şaşırmamasını ve beni çok geç kalmakla suçlamamasını diliyorum.
Yazınsalda kurgunun yeri nasıl ki yadsınamazsa, kurguyu oluştururken de yaşanmışlık gerçeğini görmezden gelmemek gerekir. Sanat, sanat için mi yoksa toplum için midir gibi bir ikilem bu da. Kanımca bunlar ikilem de sayılmazlar. Yazınsal için kurgu da önemlidir, yaşanmışlıkta. Sanat ise kuşkusuz, hem sanat için hem de toplum içindir. Başka türlü nasıl olabilir ki?
Öykülerimi ve anılarımı yazarken kurgudan alabildiğine yararlandığımı söyleyebilirim. Tersi, öykü yazmak değil olay anlatmak olur ki adı üstünde anlatmak, hikâye etmektir bu. Yalnızca anlatmanın yazınsal değerinden söz edilebilir mi? Bir de salt kurgu var. Yaşanmışlıkla bağı olmayan, dahası özellikle ayakları yere dokundurulmayan anlatılar bunlar. Fantastik yazının çok başarılı örneklerinden söz edebiliriz. Doğru olmayan, yazını fantastiğe indirgemeye kalkışmak. Kısacası, yalnız kurguya dayanmak, fantastiği başa geçirmek, ''yaşanmışlıktan şaşmam'' demek gibi tek boyutlu ve anlamsız geliyor bana. Grevden Dönenin!'in omurgası bire bir yaşanmışlık olmasına karşın, önemli ölçüde de kurgu barındırır içinde.
Anı deyince aklımıza, yaşanmışlıkların bilinçli toplamı, deneyim gelir.'Grevden Dönenin!'de Münip Tepeci gibi değerli sendikacıların yanında, sizinle sürekli çatışan, sizi kendine rakip gören ve sınıf mücadelesi için harcayacağı enerjiyi rakibini yok etmeye yöneltmiş, hırslı bir sendikacı da var. Sizce bu tür kişileri, şube başkanı Asımr17;ın kişiliğinde simgeleştirirsek, bundan sendikal mücadele nasıl etkilenir ya da etkilenmiştir?
Günümüzde sendikacılığın gelip konumlandığı nokta içler acısı bir yerdir. Bunda, öz çıkarlarını, işçi sınıfının çıkarlarına yeğlemenin büyük payı olduğu tartışılamaz. Mutsuzlukla söylüyorum, Özçetin'in sendikacılığı bile günümüz sendikacılığıyla kıyaslandığında yabana atılacak bir sendikacılık değildi. 'Grevden Dönenin!'de, kimseyi hırsızlıkla suçlamadığımı anımsarsınız. O dönem sendikacıların yalnızca koltuklarını kaptırmamak için her yolu geçerli görmelerine karşın şimdikilerin, büyük çoğunluyla, mal mülk edinme kaygısıyla sınır tanımadıkları saklanamaz bir gerçeklik.
Bu çok büyük bir gerileme bence. Kolay olmadı onca değerin yıkılıp, yerle bir edilmesi.
Sözün burasında, emperyalizminin sendikacılara verdiği unutulmaz desteği anmazsak yanlış yaparız kanımca. Batı, (ABD-A
ne zaman ki askerlerimiz gibi sendikacılarımızı da sofralarında ağırlamaya başladı, ''profesyonel sendikacılık'' aldı başını gitti.
Bilerek ya da bilmeyerek yüzlerce, binlerce yanlış yapıldı bugünlere gelmek için.
Sendika yeni kurulduğunda temsilci ya da yöneticiler akrabalarını, arkadaşlarını fabrikaya işçi sokarak, örgütte onları etkin hale getirmeye çalışıyorlar. Bir tür mafyalaşma peşindeler sanki. Bu feodal yapılanmaların sınıf dayanışmasına etkisi nasıl oluyordu? Kitapta tümünü bulamayacağımız arka planlardan söz edebilir misiniz?
O zamanlar her şey yerel bazda yaşanırdı. Mafyacılıkta bir çeşit yerel oyundu, şimdikilerle kıyaslanırsa masum sayılabilecek bir oyun. Denilebilir ki her şey küçükten başlar. O gün de bugün de sendikacı, yumuşak, deri koltuklarda oturmayı, esintilerden etkilenmemeyi, fırtınalara karşı ise sağlam korunaklar oluşturmayı ilk işi olarak görmüştür ve göregelmektedir. Çevresine yerleştirdiği yakınlarını, işçi haklarını değil koltuğunu kurumak için besler, büyütür, kullanırdı.
Bu yaklaşımın işçi sınıfına hangi yararından söz edilebilir?
Korunma içgüdüsü sonunda, sendikacının uluslararası dayanışmalara değin açılmasını getirmiştir. Bu açılım sanıldığı gibi kitlelerde sınıf bilincini geliştirememiş, en yukardaki sendikacıların oturdukları yerde daha rahat etmelerinden başka bir yarar da sağlamamıştır. İş bilirlikte eşsiz bir üstünlüğe sahip emperyalizm, dünyanın çeşitli az gelişmiş ülkelerindeki büyük sendikacıları kendine yar etmekte en küçük bir zorlanmayla da karşılaşmamıştır.
O dönemlerde sosyalist partilerin yanında gençlik örgütleri de var. O örgütlerle ilişkiler kurmaya çalışıyorsunuz. Aranızda geçen diyalogda, ''Hoca yanılıyorsun, o öyle değil!'' biçiminde yukarıdan bakan bir dille susturulmaya çalışıldığınızı yazmışsınız. Gençlerle aydınların bir araya gelememesinde bu dilin etkisini de konuşmakta yarar var sanıyorum.
Olmaz olur mu? Aradan geçen kırk yıla karşın bu sorun aşılamamıştır.
Gençlere giderken çok içtendim. Onlardan bir şeyler öğrenmek, teorik alandaki eksiğimi gidermek istiyordum. Ne mümkün. O denli ayrı tellerden çalıyorduk ki yanlarında yarım saat bile oturamadım. Ben fabrikada, iş içinde yoğruluyor, bin türlü sorunla boğuşuyordum. Gençlerimizse başka bir alemde yaşıyorlardı. Ve ben o alemin yabancısı, hödüğüydüm sanki.
Yazmak ya da konuşmak bir ereğe yönelikse anlaşılmak önemlidir bence. Hem de çok önemli. Kendi adıma söyleyim, anlaşılmak kaygısından asla uzak duramam, durmam.
Günümüzde de kimi yazarlar, ''Ben yazarım arkadaş, anlayıp anlamamak okurun sorunu, onun düzeyine neden inecekmişim, o benim düzeyime çıksın yazdıklarımı anlamak istiyorsa,'' diyebiliyor. Bunu anlıyorum ama katılmıyorum.
Bir de faşist eğilimli Bekir Ustayla diyalogunuz var. Kendinizi patronun yerine koyarak düşünmenizi öneriyor. ''Siz patron olsanız, sendikanın her istediğine evet mi dersiniz'', gibi sözlerle sıkıştırmaya çalışıyor sizi. Siz de uzunca bir söylev çekiyorsunuz Bekir'e. Bu tür söylevlerin Bekir gibilerine bir yarar sağlayacağını mı düşünüyorsunuz? Ona yönelik tutumunuzun, gençlik örgütlerinin size karşı tutumuyla bir benzerliğinin olduğu söylenebiliri mi?
Devrimci gençlerin bana karşı tutumuyla, benim, Bekir'e yönelik tutumumu kıyaslamanı çok iyi anladığımı söyleyemem. Bekir, temel olarak çok ters bir yerde duruyor. İşçi olduğu halde işveren tarafında konumlanmış. Ne yapmalıydım? Bekir'in karşısına geçip o konuşmalı ben dinlemeli miydim? Asla kitap okumayı düşünmediğine göre, bildiklerimizi anlatmamız gerekiyordu ona. Yönteminiz tek ve en geçerli yöntem miydi diye soruyorsan, olmadığını ben de biliyorum. O zamanki kavrayış düzeyime göre davrandığımı söyleyebilirim.
Kitabınızda anlattığınız mücadele; birlik, dayanışma, yılgınlığa düşmeden direniş. O günlerde rastlantıyla da olsa Abdullah Baştürk'le yüz yüze geldiğinizi okuyoruz kitaptan. Yıllar sonra, Abdullah Baştürk İşçi Öyküleri Yarışmasında birincilik ödülü aldınız. O zaman neler hissettiniz? Ödül hakkında düşüncelerinizr30;
Birlik, dayanışma, yılgınlığa düşmemek ve direnmek. Ölçüyü kaçırmak saymazsanız, bu özelliklerin kişiliğimi oluşturan özellikler olduğunu, öyle davranmak için ayrı bir çaba harcamam gerekmediğini belirtmek isterim.
Abdullah Baştürk'le karşılaşmama gelince. O günlerde, basın da ve sendikacılar arasında adı sık geçen, yeni ünlenen biriydi. Merak ediyordum kendisini. Öyle bir olanak çıkınca kaçırmadım. O görüşmeden bende kalan iz, Baştürk'ün, oldukça etkileyici, gözünü daldan budaktan sakınmayan, işini ciddiye alan, kesinlikle lider özellikleri taşıyan biri olduğudur.
Ödüllere gelince; ben hiçbir zaman ödül almak için yazmadım ve yazamam da. İyi şeyler yapıyorsanız, bir gün fark edilebiliyorsunuz. O ödül töreninde, fark edilmek üstüne konuştuğumu anımsıyorum.
Aslolan ve sizin olan temiz, kararlı, çalışkan olmaktır. Gerisi ise başkalarının işidir.
Kapitalizm bir krizler sistemi. Krizler olmadan kapitalizm varlığını sürdüremez. Krizlerle kendini yeniden yapılandırır ve emekçi sınıflar üzerinde yeni sömürü biçimleri geliştirir. Ancak son 25 yıldır ülkemizde kapitalizme karşı mücadele edenler etnik ya da dini bir yolculuğa çıktılar. Oysa Güneydoğu'daki bir çimento fabrikasında çalışan Arap ya da Kürt yurttaşımızla, Trakya'daki çimento fabrikasında çalışan Türk ya da Boşnak yurttaşımız, işten atılırken kimse onların etnik ya da dinsel kökenine bakmıyor. Bu süreç hakkında, sınıfın içinden gelen biri olarak söyleyecekleriniz vardır sanırım.
Son yıllarda Türkiye'de yolunda giden ne var ki? Her şey tersine gidiyor sanki. Ülkemizde olup bitenlerin bu coğrafyada hazırlanmış planlar olduğuna inanmıyorum ben. Her şey uzak ülkelerde kotarılıyor kanımca. Ülkenin kendini toparlamasına, yaralarını sarıp ayağa kalkmasına izin verilmiyor. Bir sorun solarken daha beter başka sorunlar yaratılıp sürüyorlar önümüze. Irkçılık, şeriatçılık, bölgecilik, mezhepçilik bunlardan yalnızca bir kaçı. Çık içinden çıkabilirsen. Şu Ergenekon davasına bir bakın. Var mı bir iler tutar yanı? Yurtsever olmak nasıl oluyor da suç sayılabiliyor? Hukuk neden işlemiyor? Savcıların açıkça suç işlediğini yargı organları söylüyor, denetlenmesi gerekiyor ama ilgili bakan izin vermiyor. Ya Deniz Feneri'ne ne demeli? Bence, soygunculuğun, vurgunculuğun bu denli geçer akçe sayıldığı bir dönem yaşanmadı bu ülkede. Millet meclisini suçlu sığınağı yaptılar.
Tüm bu yanlışların üstesinden gelebilecek işçi sınıfı derin uykularda.
Ama umutsuz değilim, insandan umut kesmek en büyük yanlıştır. Çözeceğiz bu düğümü, çok bekleyeceğimizi de sanmıyorum. Büyük çözümler büyük sorunlardan sonra oluşuyor ne yazık ki.
Eskiden sendikalar, konuyla ilgili bilim adamlarına kitaplar yazdırır, işçilere dağıtırlardı. İşçiler, gençler o yayınlardan sınıf mücadelesini, eylem yöntemlerini öğrenirdi. Günümüzde bunu görmek pek olası değil. Sizin kitabınız, o konuda başarılı bir örnek bence. Sendika çevrelerinin Grevden Dönenin!'e ilgisi nasıl?
Sendikaların kitapla, eğitmekle, incelikle, ilgisi milgisi yok. Yönetici kadroların tek sorunu seçildiği yerde uzun süre kalmak. Gerisi, ''lafü güzaf.'' Kitabım baskıdan çıkar çıkmaz ilk işim Ankara'daki sendika genel merkezlerine koşmak, başkanlara hediye etmek oldu. Genel başkanlardan hiç birini görmek nasip olmadı bu fakire. Bir mi iki mi genel sekreterle karşı karşıya gelebildim. Ötekilerde, kitabımı, başkan adına imzaladıktan sonra koruma görevlisi ya da sekreter hanımlara bırakmak zorunda kaldım.
Başkanlarını yakından tanıdığım birkaç sendikayı bunların dışında tutuyorum. Petrol İş (Ankara şubesi), Genel İş, Tez-koop-İş telefonla arayarak teşekkür edip toplam iki yüze yakın da kitap aldılar. On altı işçi ve memur sendikasının genel merkezinden bir teşekkür bile dönmedi.
Bu konuda söylenecek başka bir şey var mı sizce?r30;
Yokr30;. O zaman şu soruyla bitirelim söyleşimizi. Şimdiki yolculuk nereye doğru? Öykü, inceleme, anı; çıkınınızda neler var?
Yolumda ve yönümde bir değişikliğin olmaması doğaldır. Öykü, inceleme, anı hangi çıkınım dolarsa onu açacağım okurun önüne.
Teşekkür ederim. Nice yeni ürünlere Celal İlhan.
Ben teşekkür ederim sevgili Namdar.