#1
CELAL İLHAN LA SÖYLEŞİ*
Söyleşiyi yapan
Şair SELAMİ KARABULUT
Sayın İlhan, yazmaya geç başlamış olmanıza râğmen, çeşitli dergilerde, art arda nitelikli öyküler yayımlayarak bir hayli ilgi gördünüz. Kısa sayılabilecek bir sürede öykülerinizi, Ateşle Dans ve Dokunan başlıkları altında toplayarak kitaplaştırdınız. Sormaktan kendimi alamıyorum. Bu kadar üretken bir kalem şimdiye dek neredeydi, yazmaya neden geç başladınız?
Vakti gelmeyince bülbül ötmezmiş. Böyle bir özdeyiş anımsıyorum. Sorunun yanıtı tam olarak bu özdeyişte. Bana kalsa, bu söz üstüne laf etmem. Okuyucunun öyle bir yanıta burun kıvıracağını bildiğim için bir şeyler söylemek zorunda hissediyorum kendimi. Dergilerde görüyorum, okuyucu, yazara, Bildiğin her şeyi, ama her şeyi ayrıntıları ile anlat canım, diyormuş gibi, söyleşi uzuyor da uzuyor. Yazar, iki tümcelik soruyu yanıtlarken, dağarcığında ne varsa döküyor. Bu tutumun, metnin, daha az kişi tarafından okunmasından başka bir sonuç getireceğini sanmıyorum.
Gelelim benim şimdiye değin nerede olduğuma:
Anadolu nun, az gelişmiş kentlerinden Yozgat ın, yoksul bir köyünde doğmuşum. Babam, köyün ileri gelen, sözü dinlenen adamlarından olmasına karşın, okula, çimento torbasından yapma defterle gidenlerden biri de bendim. Ahırdan düzeltme bir dersliğimiz vardı. Bir kapıyı kapatan Tanrı ötekini açar derler ya, Tanrı nın bize açtığı kapı, Köy Enstitülü, çiçeği burnunda bir yiğit öğretmendi sanırım. Her fırsatta adını anarım. Cuma Doğan. Karanlık ya da alaca karanlık dünyamıza doğan güneşti o. Elinde olanı, olmayanı, bizim için seferber eden, Enstitü de içine doldurduğu cevheri, coşkuyla beynimize aktarmak için kendini paralayan bir öğretmen. Üçüncü sınıfa geçtiğimde, okumayı su gibi bilen, matematiği yutmuş, Cuma Öğretmen in gözdelerinden biriydim. Başarıyı ödüllendirmeyi asla savsaklamayan öğretmenim, Ömer Seyfettin in Beyaz Lale adlı romanıyla ödüllendirmişti beni. Öğretmenimden gelen her şeyin güzel ve zenginleştirici olduğuna öyle inanmışım ki kitabı bir gecede okudum. Sabaha değin de Beyaz Lale yi kirleten düşman askerleriyle savaştım düşümde.
O gün okulun kapısını ilk vurandım. Daha öğretmenim bile gelmemişti.
İşte benim kitaplara karışmam, okuma serüvenim böyle başladı. Ondan sonrası hiç de zor olmadı. Suyun akması gibi olağandı kitapların peşinde koşmam. Ancak, ulaşabildiğimiz kitap sayısı o denli sınırlıydı ki.
Ellili yılların ortalarında, okul kitaplıklarında, M. Eğitim Bakanlığının çeviri kitapları olması gerekmez miydi. Yoktu. Bir klasik eser bile okuduğumu anımsamıyorum o yıllarda. Okumalarım, ne bulduysam okumak biçiminde sürmüştü sanırım.
Klasiklerin varlığını ve önemini, -çok geç diyebilirsiniz- otuzlu yaşlarımda ancak fark edebildim.
Tüm bu söylediklerimden anlaşılmasını istediğim, yazmanın, iyi şeyler yazabilmenin, her anlamda ciddi birikimler isteyen bir savaşım olduğudur. Disiplinli, ne istediğini bilerek okumaya başladığımda, yaşım otuz beşlere varmıştı.
O yıllarda, içinde bulunduğum koşullar gereği, ilgi alanım da değişmiş, okumayı bir bakıma ertelerken eylemsel kavgaların, sendikal mücadelelerin içinde bulmuştum kendimi. Bu süreç yaklaşık on yılımı almıştır.
Öykülerimi dikkatle okuyanlar, nasıl ağır çalışma ortamlarından geldiğimi görmekte zorlanmazlar. O koşullarda, sanat edebiyat gibi incelikli işlerle uğraşmanın pek de kolay olmadığını bilen bilir.
Emekli olduktan on yıl sonra başladım yazmaya. Aldığım emeklilik aylığı ev kirama bile yetmediğinden, eskisinden beter kıskaç altında, on yıl daha çalıştım.
Ve askere giderken aldığım, iki dönümlük dağ başında bir tarlanın, otuz yıl sonra imara girmesiyle kurtuldum kıskaçtan.
İnce işlerle uğraşmanın, hali vakti yerinde insanların işi olduğunu söyleyenler çoktur. Ben, onlardan biri saymıyorum kendimi ama hiç ilgisi yoktur da diyemem.
-Öykülerinizin, gözlemlerinize ve yaşam deneyimlerinize dayandığını söylüyorsunuz bir söyleşinizde. Sizin de bildiğiniz gibi bu yazma tekniğine Olay öykü deniyor. Günümüz genç yazarları bu tip öykülere çok da sıcak bakmıyorlar. Bence, öyküleriniz, içtenliği, sıcaklığı gerçekliği ile bu engeli aşıyor. Başarınızı, yaşanmışlıkların damıtılmasına ve arı Türkçe ile yazılmasına bağlıyorum ben. Ekmeğini, ağırsanayi işletmelerinde çalışarak kazanmış, ellili yaşlarında yazmaya başlamış biri olarak, arı Türkçe tutkunuz nerden geliyor?
Sorularınız çok güzel. Kendimden en çok hoşnut olduğum bir yanımı dokundunuz şimdi. Bir şair olarak siz de bilirsiniz ki biz yazmaya öykünenlerin çoğu diline tutkuyla bağlı insanlarızdır. Daha da ileri giderek söyleyeyim, anadiline vurgun olmayan bir yazar, ne yazarsa yazsın, boşuna yazar. Bir şiiri, bir öyküyü ya da genel olarak yazınsal metni oluştururken duyduğumuz haz nereden gelir acaba? Kendi adıma söyleyim, bir tümce kurarken, en güzel biçimini oluşturamadığım sürece bittiğini asla kabul etmem. Kuşkusuz, dilime saygım, ona tutkumdur beni yönlendiren. Kıyamam dilime, Türkçe me. Eksik, tam yerine oturmamış bir tümce yüzünü asar, ağlamaya başlar önümde. Tutamam kendimi öyle bir durumda, ben de ağlarım.
Bu noktaya nasıl geldiğimi tam olarak bilmiyorum. Belki bilmem de gerekmiyor. Başka türlü nasıl olunabilirdi ki. Onunla doğacak, büyüyecek, anne diyecek, baba diyecek, sevgilim diyeceksin, sonra da onu, en güzel, en yetkin biçimde kullanmak için çaba harcamayacaksın. Evet, azımsanmayacak sıkıntı çekiyorum eski alışkanlıklarımdan arınmak için. Eskimiş, yabancı kökenli sözcükleri kullanmam öykülerimde. Batıdan gelenlere ise daha hoş görüsüzümdür. Öyle sinsi, öyle hesaplı yerleşirler ki kenara köşeye, on kez okusanız göremezsiniz. Kuşkulandım mı düşerim peşine onların, soluksuz kalana değin kovalarım. Bazen, gözümden kaçan, yakalamakta başarısızlığa uğradığım sözcükler olmuyor mu? Oluyor doğal olarak.
Öykülerime olay öykü denmesinden gocunduğumu söyleyemem. Bilinç akışı diye tanımlanan öykü tekniğini, günün modası olarak görüyorum. Hepimiz biliyoruz ki moda gelip geçici bir olgudur. Bilirsiniz, ne denli parıltılı olursa olsun, kimi insanlar modayı çok da izlemez, kendine yakışanı almakta ısrar ederler.
Olay öyküyü sevmeyenlere bir diyeceğimiz olamaz ama. Onlar da bizim yaptığımız işe fazla yüklenmesin, haksızlık da etmesinler.
Sorunuzda belirttiğiniz gibi, önemli olan içtenlik, sıcaklık, yalınlık ve gerçekliktir diye düşünüyorum. Bu öğeleri taşıyan yazınsal metin, hangi akım içinde yer alırsa alsın başarılı sayılmalıdır.
Ellisinden sonra yazmaya başlamışsanız, yaşadıklarınızı yazmak, size daha çekici geliyor diyebilirim. Bundan daha doğal ne olabilir. Önemli olan, başınıza gelenleri kurgularken yeterli donanıma sahip olmanızdır bence. Yazarı, sıradan anlatıcıdan ayıran bu yeteneği ve birikimidir.
-Sizinle yapılan bir söyleşide, daha çok işçileri ve işçi sorunlarını konu edinen öyküler yazdığınızı söylüyorsunuz. Ancak, kendi adıma söyleyim, öykülerinizi okurken, bunun yanı sıra, köyden kente göç etmiş insanların, kent hayatına tutunma mücadelesi içinde bireyin, kendisiyle ve toplumla çatışmasını da görüyoruz. Buradan yola çıkarak sizin, toplumun alt katmanlarını oluşturan geniş kitleleri anlamaya çalışan ve onları anlatmayı kendine dert edinen bir öykücü olduğunuzu söyleyebilir miyiz?
Söyleyebiliriz.
Gözümün içine bakarak, En iyi bildiğin neyse onu yazmalısın diyen usta yazarlarla çok karşılaştım. Önceleri ne demek bu, başka nasıl olabilir ki diye düşünürdüm. İşin içine girdikçe gördüm ki bal gibi oluyor. En iyi bildiğini değil az bildiğini de değil, hiç bilmediği konularda yazan, azımsanmayacak kalem erbabı var çevremizde.
Yazmış olmak için yazmak ya da bir sıkıntısı, baş edemediği bir çelişkisi olduğu için yazmak gibi iki ayrı yoldan söz edilir. Birinciler, batıdan yayılan, kimilerinin kültür emperyalizmi de dediği esintiye yelken açarak mı yol alıyor acaba?
Ben ikinci gurupta yer aldığımı sanıyorum. Yüreğim, herkesinkinden başka yaralıdır benim. Derdim var da inilerim. İş yaşamımda, gözümün önünde alevler içinde yanıp kavrulan, Ateşle Dans eden arkadaşlarım olmuştur. Onurlandırılması gerekirken aşağılanan, işten atılan, kan ter içinde, günlerce çalıştığı halde ücretini alamadan, göz yaşları içinde, kovulan insanlar görmüşümdür. Sendikasız çalışmanın çaresizliği bir yana, sendikacılar tarafından satılan, nice emekçiyle aynı kaderi paylaşmışımdır. Bunlar, tüm tazeliğiyle beynimde yaşarken, sayısız aşklar yaşadıktan sonra, sürüklendiği yalnızlıktan bunalıma giren entelektüellerle uğraşamam. O insanların bilinç akışlarını benim gibi bir yazardan dinlemeye de gereksinimi olduğunu sanmıyorum. Onun için, En iyi bildiğin neyse onu yazmalısın, ilkesine en çok sarılması gerekenlerden biri olduğumu düşünüyorum.
Emeğin öyküsü denilince, yalnız fabrikalarda çalışan insanın öyküsü anlaşılmamalı. Genel olarak göç, insani sorunlar yumağının en karmaşık olanıdır. Yazınsal anlamda ise sonsuz ayrıntıların, geniş açılımların alanıdır bence. Köyden kente göç edenler, yabancısı olduğum kimseler değildiler ki. Amcam, dayım, halam, teyzem hepsi göç olgusunu en ağır biçimde yaşamış, halen de yaşamaktadırlar. Onları anlatmak benim değilse kimin işi olacaktır?
-Yaşadıklarınızı yazdığınız söylerken, bir anlamda da öykü kahramanlarınızın, bizzat kendiniz olduğunu söylemiş oluyorsunuz. Kuşkusuz öykü bir kurgulama sanatıdır. Yaşanılanları olanca çıplaklığıyla anlatmanın olanağı pek yok gibi. Olsa bile yazılanların, öykü olup olmadığı tartışma konusudur bence. Ancak yine de kendinizi ve yaşadıklarınızı anlatırken bazen kantarın topuzunu kaçırdığınızı ve tehlikeli sulara daldığınızı hiç düşündüğünüz oluyor mu?
Oluyor.
Tüm yeryüzünü gezebilir, uzak ülkeleri avucunuzun içi gibi bilebilirsiniz. Matematiği, fiziği, astronomiyi, felsefeyi de yutmuş olabilirsiniz. Kendini bilmek bunların tümünden daha zordur. İnsanlık tarihi biraz da kendini anlama kendini arama savaşımı değil midir? İyi bilmediğiniz bir şeyi yazmaksa, söyleşi boyunca vurguladığımız gibi başarısız olmanıza yol açar. Ben anlatımlı öykülerim, gerçek benden çok, olması gereken beni gösterir sanırım. Başkasını anlatırken de öyledir.
Kendinizi doğru düzgün tanıyamadığınız bir gerçekken, ötekini en incelikli alanlarına girerek anlatmanız olanaklı mıdır? Hayır. Yapılan şey yine, olmasını istediğiniz biçimiyle anlatmaktır ötekini.
Tehlikeli sulardan sağ çıkmak olasılığı hep vardır. Yeter ki içinde olduğumuz tekneyi iyi tanıyalım, deneyimlerimizi yerli yerinde kullanmayı bilelim.
- Biraz da bundan sonra neler yapmayı düşündüğünüzden söz edelim mi?
Edelim.
Yazmaya başladım, ondan sonra tam olarak yaşadığımın bilincine vardım diyebilirim. Bununla, önceki dönemlerimin boş geçmiş, anlamsız, renksiz dönemler olduğunu söylemek istemiyorum. Tersine, çok verimli, ciddi toplumsal mücadeleler içinde yer aldım. O günlerde yaşadıklarımı, deneyimlerimi insanların hizmetine sunmak en az o mücadeleler kadar anlamlı geliyor bana.
Üç yıl önce, iş yaşamımı ve sendikal çalışmalarımın, yazmaya değer olanlarını öyküler yazarak anlatmakta zorlanabileceğimi düşünmüştüm. Öyle bir çalışma, anı ya da roman türünde yazılırsa, daha doğru, daha bütünlüklü bir yapıt ortaya çıkabilecekti. Bugün, o amacımı gerçekleştirmeye hayli yaklaştığımı sanıyorum. Yetmişli yılların, içinde yer aldığım sendikal mücadelesini, kendimce irdelemeye çalıştım. Milliyetçi Cephe Hükümetlerinin azgın dönemleridir o dönemler. Sendika içi çekişmeleri de iğneyi önce kendime batırarak, olabildiğince yansız anlatmak istiyorum. Bu da kolay olmuyor. O yüzden, son bir yıl içinde hiç yeni öykü yazamadığımı söylemek isterim.
Bundan sonra, öykü dışındaki yazınsal alanların, okuyucusu olmaktan öte gitmemeğe karar verdim.
Kısacası, öykü yazmayı sürdüreceğim.
Söyleşi için teşekkürler Sayın İlhan.
İçimi dökmeme yol açtığınız için ben teşekkür ederim Sevgili Karabulut.
06 Kasım 2007
*PATİKA Debiyat Dergisi (2008 / SAYI 61)